Asilzadeler. Омер СейфеддинЧитать онлайн книгу.
p>
“Monşer, asalet olmazsa bu memleket batar.”
“Evet ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de bu fikirdeyim.”
“Ben de.”
“Ben,” diye başlayıp lafını, her nedense, tamamlamayan Efruz Bey yalnız “bu fikirde” değil, hatta fazla olarak bizzat kendisi halis bir “asilzade” idi. Kökten, silsileden, anadan, babadan, ecdattan, taştan, topraktan asildi… Asalet yalnız kanında değil; etlerinde, sinirlerinde, böbreklerinde, hatta kemiklerinde, kemiklerinin içindeki iliklerinde kaynıyordu. Çaya davet ettiği bu dört asil dostuna bugüne kadar kendi asaletinden hiç bahsetmemişti. Dördünü de mektepten tanıyordu. İkisi galiba Nişantaşı’nda oturuyordu. Hepsi zengindi. İçinde en beğendiği “Azizüssücufüzzırtaf ”tı. Bu, ismini kendi gibi İstanbul’da hiç kimsenin bilmediği gayet meşhur, gayet büyük bir Arap şeyhinin oğluydu. Bu şeyh bir prensten büyüktü. Hemen hemen bir krala yakındı. Azizülseyhun babasının sarayını, altın mahfazalı fillerini, içi cıva dolu havuzlarda yüzen ödağacıdan sandalları, Hint’ten, İran’dan, Turan’dan, Kafkasya’dan getirilmiş kızları anlatırken Efruz Bey kendini hayalî bir Elhamra’nın semavi bahçelerinde sanırdı. İşte bu, bir kral kadar büyük şeyhin oğlu tekrar:
“Asalet olmazsa bu memleket batar!” diyordu. Bunda şüphe mi vardı? Bunda şüphesi olan birtakım avam güruhu, reziller, fakirler, baldırı çıplaklardı. Efruz Bey çay fincanını küçük masanın üzerindeki tabağa koydu. Ayağa kalktı. Gözlerini büyülttü. Sağ kaşının ucunu biraz yukarı kaldırdı.
“Ben asil olduğum için tamamıyla bu fikirdeyim.” dedi. “Arıların, karıncaların, hasılı cemiyet hâlinde yaşayan bütün hayvanların bir beyi var. Hayvandan başka hiçbir şey olmayan avam insanların da beyleri olmalı. Olmazsa…”
Dizanterici Salih Paşazade Nermin Bey lafını kesti:
“Meşrutiyet denilen hezeyan olur.”
“Fakat asalet meşrutiyete zıt mıdır Sör?”
Bu suali soran Müzekki Bey bıyıklarını İngilizvari tıraş ettirmiş, iri yarı Türkçe dahil olduğu hâlde on üç lisanın yazılarını yazar, lakin hiçbirinin kitaplarını okuyamaz bir gençti. Dünyada ne kadar futbol kulübü varsa hepsinin fahri azasındandı. Babası Sabır Paşa henüz ne sürülmüş ne de tekaüde sevk edilmişti. Nermin Bey:
“Şüphesiz.”
Efruz Bey:
“Zannetmem!”
Münakaşalarda kaç taraf olursa o kadar tarafa tarafgir olmak sanatını bilen Kâmıran Kara Tanburin Bey de:
“Asaletle meşrutiyet birbirine hem zıttır, hem değildir!” dedi. Annesinin otuz sene evvel Mısır Çarşısı’ndan alınan gelinlik takımlarıyla döşenmiş bu yarım alaturka, yarım alafranga odaya Efruz Bey: “Salonum!” der, her perşembe öğleden iki saat sonra kibar, asil dostlarını kabul ederdi. Perşembe “kabul günü” idi. Evine asillerden, paşazadelerden başkasını kabul etmezdi. Kibar, zengin, asil bir aile içinde alafranga terbiye alarak büyümeyenler salonlara kabul edilmeye layık değildiler. Çünkü bunlar ne kadar yüksek mevkilere geçseler hatta mebus, milyoner olsalar, yine “adabı muaşeret” denilen kaidelere, usullere kendilerini uyduramazlar, çizgili pantolonun altına sarı potin giymek nezaketsizliğini irtikap ederlerdi. Hele başlarından feslerini çıkarıp kapının yanındaki portmantoya bırakmamaları, salona, sokağa çıkar gibi fesle girmeleri tahammül olunur rezaletlerden değildi. Çayı tıpkı Şehzadebaşı’ndaki çayhanelerdeki Türklerin tavrıyla içerlerdi. Likör kadehini tutmasını, bisküvi almasını bilmezlerdi. Yemek yemesini, çay içmesini, reverans yapmasını bilmeyen insan mıydı? Hâlbuki bir salona ancak medeni sayılabilecek alafranga beyler girebilirlerdi. Efruz Bey’in çocukluğunda Galatasaray Sultanisi’nde tanıdığı arkadaşlarının hemen hepsi böyle “distenge”, böyle medeni idiler. Bilhassa bugünkü davetli arkadaşları; hepsi asildi. Bir krala yakın bir prens, diğerleri de kont, marki sayılabilirlerdi. Hepsi terzi Mir’de giyinirdi. Küçük parmaklarındaki uzun tırnaklarla sakallarının yanlarını, burunlarının uçlarını o kadar bedii bir tarzda kaşırlardı ki… Kendilerini görüp asaletlerine hükmetmemek mümkün değildi.
Salon sahibinin ikram ettiği Havana sigaralarını içiyorlar, elleri ceplerinde, ihtiyar koltuklara uzanmışlar, asil bir dalgınlıkla münakaşalarına devam ediyorlardı. Dizanterici Salih Paşa’nın oğlu meşrutiyetin esaslarından biri “müsavat” oldukça “asalet” için bir hak kalmayacağını ispata çalışıyordu. Tek gözlüğünün zinciri, yaka, kol düğmeleri, yüzükleri, saat kordonu kravat iğnesi hasılı dişlerinin kordonlarından potinin düğmelerini ilikleyecek alete varıncaya kadar üstünde madenden ne varsa hep altın olan Nermin Bey mutaassıp bir asalet taraftarı idi. İnce, sarı, narin yüzünün, müphem bakışlı gözlerinin öyle baygın, öyle nezih bir hâli vardı ki… Buna ancak “asalet” denebilirdi. Babası çok zengindi; okuyup yazması yoktu. Bununla beraber doktordu. İlaçlarından yarım kutusu İstanbul halkınca kırk elli lira ederdi. Bu büyük adamın nereden, ne vakit, geldiği pek malum değildi. Yalnız Nişantaşı’ndaki kâşanesi, Boğaziçi’ndeki çifte korulu yalıları, çatanaları, Beyoğlu’ndaki apartmanları biliniyordu. Hürriyetin ilanı akabinde kim olduğu şimdi tamamıyla unutulan bir gazeteci “Dizanterici Salih Paşa vaktiyle ne idi?” unvanlı gayet merak verici bir hikâyeye başlamış, birinci kısmını neşretmişti. Bu makalede otuz sene evvel Salih Paşa’nın Tunus’ta dilencilik ettiği, İstanbul’da evvela falcılığa girişerek sonra dizanteriye ilaç vermeye başladığı, dizanteri ilacı sayesinde saraya mensup bir ak ağasıyla bir harem ağasının yirmi beş senelik memelerini iyi ettiği mahareti duyulunca saraya alınıp o günden itibaren dizanteri tedavisine siyaset karıştırdığı ifşa olunuyordu. Ertesi gün herkes makalenin mabadını bekledi. Fakat bu mabat çıkmadı. Salih Paşa birkaç kutu ilaç bahanesiyle bu gazetecinin ağzını kapatmış, o da yapacağı münasebetsiz müverrihlikten vazgeçmişti. Daha sonra diğer serseri gazeteciler de Salih Paşa’ya bentler uydurup şantajlar yapmaya kalkmışlardı.
Paşa’nın davası hepsini mahkemeye sürükledi. Hakikati tafsilatıyla bilmedikleri için mahkûm oldular. Tabii sustular.
Müzekki Bey:
“Asalet için ilk lazım olan şey meşrutiyettir!” dedi. “İşte size İngiltere büyük bir misal! Meşrutiyet sayesinde İngiltere, nüfusu üç yüz milyona yakın Hindistan’a hâkimdir. Daha hesaba gelmez binlerce müstemlekeye hâkimdir. Demek bir kere meşrutiyet sayesinde İngiltere, Hindistan’ın, Mısır’ın, daha birçok yerin efendisi olmuş, dünyanın en yüksek ‘asalet’ mevkiini almıştır. Asıl İngiltere’ye gelince meşrutiyet sayesinde orada her şey asillerin, lortların elinde demektir. Hatta arazi bile… İskoçya, İrlanda, Britanya, hasılı bütün İngiltere birkaç bin lordun malikânesi demektir. Halk arasında zekâsıyla, dehasıyla hükûmette yükselenler yeni baştan lort olurlar. Asalet kesbederler. Sonra yüksek mevkilere geçerler. Eğer İngiltere’de meşrutiyet olmasaydı, iki yüz elli seneden beri ‘avam’ denilen herifler ayağa kalkar, lortların canına okurlardı.”
…
Müzekki Bey eski devirde olduğu gibi yeni devirde de babasının daima ikbal mevkiinden inmeyeceğini bilirdi. Her şey gibi meşrutiyet telakkisini de değiştiriyor, âdeta bu tarzın istibdattan daha müthiş bir idare olduğunu zannettirecek tarihî misaller getiriyordu. Babası İngiliz taraftarıydı. Sefaret tercümanı her hafta evlerine gelir, siyasetin yeni safhalarından onlara malumatlar telkin ederdi Hakikatte Müzekki Bey İngiltere’yi vatanından ziyade severdi. Bunu hiç saklamaya lüzum görmez, herkese çekinmeden:
“Biz İngilizler sayesinde yaşıyoruz.” derdi. “Yoksa ne Abdülhamit bizi rahat bırakırdı, ne de İttihatçılar çetesi… Başımız sıkıya geldi mi hemen onlara koşacağız. Tabii onları severiz.”
Efruz Bey’in en hoşuna giden onun bu hâliydi.
“Ne karakter, ne karakter! Sanki anadan doğma bir İngiliz…” derdi. “Fakat Azizüssücuf, Müzekki’den pek haz etmez.”
“Yalnız kendini asil zannediyor.” diye omuz silkerdi.
Misafirlerinin asalet, meşrutiyet münakaşasını dinleyen Efruz Bey, meşrutiyete hiç ehemmiyet vermiyor, hep asalete ait sözlere dikkat ediyordu. Otuz Bir Mart inkılabından sonra onun ruhunda da birden derin bir inkılap tutuşmuş, yine birden sönmüştü. Böyle politika gürültülerinin, şakşakların, adilik,