Yaşlı bir ressam ve genç Esther’in dostluğuyla başlayan hikâye aynı zamanda dönemin karmaşıklıklarını da gözler önüne seriyor. Kiliseye Meryem Ana tablosu yapması istenen ressam model olarak Esther’i seçer ve çizimde ona bir çocuk verir. Başlarda çocuğa dokunamayan bu genç kız zamanla âdeta tabloyla özdeşleşir ve sonu da tıpkı tablonun başına gelenle aynı olur… Mezhep farklılıklarından doğan çatışmalara ve genç bir kızın içine kapanık dünyasından nasıl annelik içgüdüleriyle dolup taştığına Zweig’ın anlatımıyla şahit oluyoruz. Ve o anda büyü bozulmuştu. Aşağılanmış topluluk utanç ve öfke içinde yukarıya hücum etti. Sert bir yumrukla yana savrulan Esther sendeledi. Ama toparlandı; sanki söz konusu olan kendi gerçek hayatıymış gibi resim için savaştı. Kör bir öfkeyle ve eski inadıyla ağır bir gümüş şamdan ile vurdu; içlerinden birisi küfrederek yere düştü ama bir başkası öfkeyle öne fırladı. Bir hançer kırmızı bir şimşek gibi parladı ve Esther yere kapaklandı. Aynı anda sunaktan kırılan sivri parçalar artık acı hissetmeyen bedeninin üzerine yağmaya başladı. Meryem Ana’nın çocukla ve kalbi kanayan Meryem Ana resmi, ikisi birden tek bir öfkeli balta darbesiyle düştü. *** Duyduğu aşk ve kavuşmanın imkânsızlığı karşısında eli kolu bağlı olan bir adam… Gerçekliğin yüzüne çarpan derin acısı ve soğuk tren rayları… Aşkın en saf hâli ve kalpleri sızlatan bir hikâye…O zaman gözlerini bir kere daha açtı. Üstünde sessiz, lacivert siyah gökyüzünü ve birkaç ağacın sallanan tepesini gördü. Ve ormanın üzerinde parlayan beyaz bir yıldız. Ormanın üzerinde yalnız bir yıldız… Şimdi raylar başının altında hafifçe titremeye ve inlemeye başlamıştı. Ama düşüncesi kalbinde ve aşkının tüm coşkusunu, çaresizliğini içeren gözlerinde ateş gibi yanıyordu. Tüm özlemi ve acı veren bu son soru, yukarıdan ona merhametle bakan o beyaz, parlak yıldıza doğru yükseldi. Tren yaklaşıyor, yaklaşıyordu. Ve ölecek olan adam, tarif edilemeyecek son bir bakışla o pırıldayan yıldızı, ormanın üzerindeki o yıldızı bir kere daha sarmaladı. Sonra gözlerini kapattı… *** Eski bir yapının muhteşem benzerlikteki iki kulesinin hikâyesinin anlatıldığı kitapta babalarının hırsını ve annelerinin güzelliğini kendilerinde toplayan kıskanç ikiz kardeş Sophia ve Helena, tamamen zıt bir karaktere sahiptirler fakat tek ortak yönleri birbirlerini delicesine kıskanmalarıdır. Yaşadıkları fakir hayattan bıkan kız kardeşlerden Helena bir gün evden kaçar ve erkekleri para karşılığı evinde ağırlayan bir kadına dönüşür. Fakat tüm ülkeye ünü yayılan kardeşini delicesine kıskanan ve hâlâ fakir hayatı yaşayan Sophia da intikam almak ister ve kardeşinden tamamıyla zıt bir hayat yaşayarak, yani dünyevi zevklerden uzak bir hayat yaşayarak kendinden bahsettirmek ister. İsteği gerçekleşir fakat bu sırada kardeşinin hain planından bihaberdir… Böylece yalancı dünyamızda ve ilk defa olmamak üzere Helena Sophia’yı yenmiş, güzellik bilgeliğe karşı, kötülük erdeme karşı, her zaman istekli olan beden de bocalayan ve başına buyruk ruha karşı galip gelmişti ve zamanında Hz. Eyüp’ün o önemli konuşmasında yakındığı gibi, yeryüzünde kötülerin hayatı iyi giderken, dindarlar zarar görmeye ve iyilerin alay konusu olmaya devam ediyorlardı.