Gülen Polis. Пер ВалёЧитать онлайн книгу.
kemiklerinde hissediyordu, soğuktu ve içine işliyordu.
Yağmurluğunun üstten iki düğmesini açtı, sağ elini ceketinin cebine sokup tabancasının kabzasını elledi. O da soğuk ve yapış yapıştı.
Koyu mavi poplin paltolu adam, tabancasına dokunmasıyla içi ürperdi ve başka bir şey düşünmeye çalıştı. Mesela, beş ay önce tatilini geçirdiği Andraitz’deki otelinin balkonu geldi aklına. O ağır sıcağı ve rıhtıma vuran parlak güneş ışığını, balıkçı teknelerini, sınırsız, masmavi gökyüzünü ve koyun karşısındaki sıradağları hatırladı.
Arkasından, yılın bu zamanı herhâlde orası da yağmurludur diye düşündü, evlerde merkezi ısıtma yoktu, sadece açık şömineler yer alıyordu.
Artık az önceki caddede değildi, birazdan tekrar yağmurun altında yürümek zorunda kalacaktı.
Merdivenlerde birisinin arkasından geldiğini duydu ve on iki durak önce, şehir merkezinde, Klarabergs Caddesi’ndeki Ahléns mağazasından çıkan kişi olduğunu anladı.
Yağmur, diye düşündü. Sevmiyorum. Hatta nefret ediyorum. Neden terfi edilmiyorum acaba? Hem zaten neden şu anda buradayım da evde yatağımda değilim…
Son düşüncesi bu oldu.
Otobüs, üstü krem rengi ve çatısı gri olan kırmızı bir çift katlıydı. Leyland Atlantean modeldi, İngiltere’de imal edilmişti fakat İsveç’te sağdan akan trafiğe uygun yapılmış, iki ay önce seferlere başlamıştı. Bu akşam da Stockholm’de 47 numaralı güzergâhta, Djurgården ve Karlberg’in ortasındaki Bellmansro’da tıngır mıngır gidiyordu. Şu anda kuzeybatıya doğru yol alıyor, Norra Stations Caddesi’ndeki terminale yaklaşıyordu, Stockholm-Solna sınırına birkaç metre uzaktaydı.
Solna, Stockholm’ün bir banliyösüydü ve bağımsız bir belediyeyle yönetilirdi. Oysaki iki kasaba arasındaki sınır yalnızca haritada kesik çizgilerle gösterilirdi.
Bu kırmızı otobüs bayağı büyüktü; 12 metreden uzun ve yaklaşık 5 metre yükseklikteydi. 15 tondan daha ağırdı. Farları yanıktı, buğulu camlarıyla içerisi sıcacık ve hoş görünüyordu ve otobüs, metruk Karlbergsvägen’de yapraksız ağaç silsilesinin ortasında ağır ağır yoluna devam ediyordu. Sonra sağa, Norrbacka Caddesi’ne saptı ve Norra Stations Caddesi’ne inen yokuştan aşağı giderken motorun sesi zayıfladı. Yağmur tavanına ve camlarına vuruyordu, tekerlekleri aşağı doğru yol alırken ağır ve sarsılmaz şekilde su sıçratıyordu.
Sokağın bittiği yerde, yokuş da sona erdi. Otobüs otuz derece sapacak, Norra Stations Caddesi’ne girecekti. Sonra da güzergâhının sonuna ulaşmasına yüz metre kalacaktı.
Bu esnada bu taşıtı gözlemleyen tek kişi, Norrbacka Caddesi’nin yukarısında, 50 metre kadar ötede, bir evin duvarına sırtını vermiş duran bir adamdı. Camı kırmak üzere olan bir hırsızdı bu kişi. Otobüsü fark etmişti çünkü ayak altında olmasını istememiş, yoldan geçip gitmesini beklemişti.
Otobüsün köşede yavaşladığını, farları yanıp sönerek sola dönmeye başladığını fark etti. Sonra otobüs gözden kayboldu. Yağmur iyice hızlanmıştı, şakır şakır yağıyordu. Adam elini kaldırıp pencere pervazındaki camı kırdı.
Görmediği şeyse, otobüsün dönüşünü asla tamamlamadığıydı.
Motor durmuştu fakat farları hâlâ açıktı, içerideki lambalar da.
Buğulu pencereler karanlıkta sıcak bir ışıkla parladı ve soğudu.
Yağmur metal tavanı dövüyordu.
13 Kasım 1967 gecesi saat on biri tam üç geçiyordu.
Yer Stockholm’dü.
3
Kristiansson ve Kvant, Solna’da telsizli devriye polisiydi. Pek olaylı olmayan kariyerleri boyunca binlerce sarhoşu, onlarca hırsızı yakalamış ve bir keresinde altı yaşındaki küçük bir kızın hayatını ona saldırıp öldürmeye hazırlanan bir seks manyağından kurtarmışlardı. Bu olayın üstünden beş ay geçmemişti ve şans eseri olmasına rağmen, uzun süre faydasını görecekleri bir zafer yaşanmıştı. Bu bahsi geçen akşamda da hiçbir vakaya rastlamamışlardı, yalnızca birer bira içmişlerdi; ancak bu kurallara aykırı olduğu için görmezden gelinmesi daha iyiydi.
Saat on buçuktan az önce telsizlerine gelen bir çağrı üstüne Huvudsta banliyösünde Kapell Caddesi’ndeki bir adrese arabayı sürmüşlerdi. Birisi evin ön basamaklarında yatan birini bulmuştu. Bu iki memurun arabayla oraya varmaları üç dakikalarını almıştı.
Sahiden de sokak kapısının dışında sere serpe uzanmış, eskimiş siyah pantolonlu biri vardı. Ayakkabısının topuğuna basmıştı ve üzerinde kırçıllı bir palto vardı. İçeride lamba yanan holde, sabahlıklı, ayağında terlik ihtiyar bir kadın duruyordu. İhbarı yapan herhâlde oydu. Cam kapının arkasından onlara el kol hareketleri yaptı, sonra kapıyı biraz araladı, kolunu aralıktan uzatıp merakla yerdeki hareketsiz bedeni işaret etti.
“Aha, neymiş bakalım?” dedi Kristiannson.
Kvant eğilip adamı kokladı.
“Sızmış,” dedi derinden bir iğrenmeyle. “Yardım etsene, Kalle.”
“Bir dakika,” dedi Kristiansson.
“Hı?”
“Hanımefendi, bu adamı tanıyor musunuz?” diye sordu Kristiansson gayet kibarca.
“Öyle de denebilir.”
“Nerede oturuyor?”
Kadın holün üç metre içerisindeki bir kapıyı işaret etti. “Orada,” dedi. “Kapının kilidini açmaya çalışırken uyuyakaldı.”
“Ah, evet, anahtarları elinde,” dedi Kristiannson, başını kaşıyarak. “Yalnız mı yaşıyor?”
“Böyle yaşlı bir morukla kim yaşar?” dedi kadın.
“Ne yapacaksın?” diye sordu Kvant şüpheli bir şekilde.
Kristiansson cevap vermedi. Yere çömelip uyuyan adamın elinden anahtarlarını aldı. Sonra yılların verdiği tecrübeyle ayyaşı hızlı bir hamleyle ayağa kaldırdı, ön kapıyı diziyle itip adamı dairesinin içine doğru sürükledi. Kadın bir yana çekildi, Kvant da dışarıdaki basamaklarda kaldı. İkisi de bu sahneyi pasif bir kınamayla izlediler.
Kristiansson kapının kilidini açtı, odada lambayı yaktı ve adamın ıslak paltosunu üstünden çıkardı. Ayyaş adam irkildi, yatağa yığılıp şöyle dedi, “Tejekkür ederimm, bayan.”
Sonra yana dönüp uykuya daldı. Kristiansson anahtarları yatağın yanındaki mutfak sandalyesine bıraktı, ışığı söndürdü, kapıyı kapattı ve tekrar arabaya döndü.
“İyi geceler, hanımefendi,” dedi.
Kadın dudaklarını büzerek ona baktı, başını arkaya atıp gözden kayboldu.
Kristiansson insanlara duyduğu sevgiden yapmamıştı bunu, sadece tembellikten yapıyordu.
Bunu Kvant’tan daha iyi bilen olamazdı. Malmö’de ikisi de sıradan memur olarak çalışırken, Kristiansson’un sarhoşları sokaklarda ve köprülerde yürütüp en yakındaki karakol bölgesine götürmeye çalıştığına çok şahit olmuştu.
Kvant direksiyonun başına geçti. Motoru çalıştırıp ekşi bir suratla şöyle dedi, “Siv de beni tembel bilir. Bir de seni görmeli.”
Siv, Kvant’ın karısıydı ve aynı zamanda sohbetlerinin biricik ve baş tacı konusuydu.
“Durup