Kilitli Oda. Пер ВалёЧитать онлайн книгу.
hattı kazılıyordu ve yokuşun daha yukarısında yeni emniyet binasının temeli için patlatma ve delme operasyonları yürütülüyordu. Martin Beck’in yeni ofisi burada olacaktı. Şu anda ofisinin burada değil Güney Emniyet Merkezi’nde olduğuna şükrediyordu. Penceresinin dışında Södertäljevägen’den gelen trafiğin gürültüsü, kazılardan, matkap seslerinden ve kamyon seslerinden yükselen kakofoniye kıyasla sivrisinek vızıltısıydı.
Birinci kattaki dairenin dış kapısının yerine yenisi takılmış ve mühürlenmişti. Martin Beck mührü kırıp içeri yürüdü.
Sokağa bakan pencere kapalıydı, Martin Beck odanın duvarlarına ve azıcık mobilyalarına sinmiş, hafif ama kesif bir çürüme kokusu aldı.
Pencereye yürüyüp inceledi. Eski moda bir pencereydi, dışa doğru açılıyordu ve halka şeklindeki sallanan sürgüsü doğramadaki bir kertikten dışarı sarkıyor, pencere kapandığı zaman tutturma yerine takılıyordu. Kilidin iki mandalı vardı ama alttaki mandal eksikti. Boyası eskiydi ve pencerenin alt kısmındaki ve pervazındaki tahta bölüm hasar görmüştü. Tahminen o çatlaktan yağmur da rüzgâr da giriyordu.
Martin Beck jaluziyi indirdi. Aslında lacivertmiş ama eskilikten solmuş. Martin Beck şimdi de kapıya doğru yürüyüp odaya baktı. İki memur içeri girdiğinde oda aynen böyle görünüyordu, en azından Kvastmo’ya göre. Martin Beck tekrar pencereye yürüdü, kayışı hafifçe çekti ve yorgun bir gıcırtıyla jaluzi yukarı kalktı. Sonra Martin Beck pencereyi açıp camdan dışarı baktı.
Sağ tarafında gürültülü inşaat sahası yer alıyordu, ilerisinde de başka şeylerin yanı sıra, Kungsholms Caddesi’ndeki Cinayet Büro’nun pencereleri görülebiliyordu. Solundaysa Bergs Caddesi biraz daha devam ediyordu, sonra tam itfaiye binasının önünde sokak pat diye sona eriyordu. Kısa bir sokak Bergs Caddesi ve Hantverkar Caddesi’ni birleştiriyordu. Martin Beck, incelemesini bitirince buradan yürümeye karar verdi. Bu sokağın adını hatırlayamadı, hatta oradan yürüyüp yürümediğini de.
Pencerenin karşısında Kronoberg Parkı vardı. Tıpkı diğer Stockholm parkları gibi, zemindeki doğal bir yükseltiye yayılmıştı. Martin Beck, Kristineberg’de çalıştığı günlerde, çoğunlukla burayı kestirme yol olarak kullandığını hatırladı. Polhems Caddesi’nin köşesindeki taş basamaklardan çıkıp ilerideki eski Yahudi mezarlığının önünden geçmek alışkanlığıydı. Bazen yokuşun en tepesindeki ıhlamur ağaçlarının altında bir bankta oturup bir sigara içerdi.
Canı sigara çekti, ceplerini yokladı, üstünde sigara olmadığını adı gibi biliyordu. Teslimiyetle iç geçirdi ve belki ciklet çiğnemeli ya da pastil almalıyım diye düşündü. Ya da Malmö’deki Månsson gibi kürdan kemirebilirdi.
Mutfağa gitti. Buranın penceresi diğer odadakinden de beter durumdaydı ama burada pencere çatlaklarına bant yapıştırılmıştı.
İçerideki her şey yıpranmış gözüküyordu, yalnızca boya ve duvar kâğıdı değil, mobilyalar da öyleydi. Martin Beck dairede sağa sola bakınca derin bir keder hissine gömüldü. Bütün çekmeceleri ve dolapları açtı. İçlerinde pek bir şey yoktu, sadece temel ev gereçleri vardı.
Dar koridora çıkıp tuvaletin kapısını açtı. Küvet ya da duş yoktu. Ardından Martin Beck ön kapıyı inceledi; aynen raporda belirtildiği gibi farklı kilitlerle güçlendirilmişti. Kapı nihayet kaldırıldığında ya da polis jargonunda ‘zorlandığında’ muhtemelen burası her türlü kilitle kapalıydı.
Her şey sahiden çok kafa karıştırıcıydı. Kapı da iki pencere de kilitliydi. Kvastmo, Kristiansson ile içeri girdiklerinde dairenin hiçbir yerinde herhangi bir silah görmediklerini söylemişti. Dahası, dairenin devamlı korunduğunu ve birisinin oraya girip içerideki bir şeyi dışarı çıkarmış olmasının mümkün olmayacağını söylemişti.
Martin Beck bir kez daha kapının eşiğinde durup odanın içine baktı. Duvarın dibinde bir yatak, yanında da bir raf vardı. Rafın üstünde buruşuk sarı kumaş abajurlu bir lamba, kırık yeşil bir cam kül tablası ve büyük bir kutu kibrit duruyordu. Sağ taraftaki duvardaysa yeşil beyaz çizgili kumaşla döşenmiş, oturma yeri benek benek lekeli bir koltuk, uzaktaki duvardaysa kahverengi bir masa ve sırtı dik bir ahşap sandalye yer alıyordu. Yerde elektrikli bir ısıtıcı vardı ve siyah kablosu duvardaki prizden ortaya uzuyordu. Kablo prizden çekilmişti. Yerde halı da vardı ama laboratuvara gönderilmişti ki üstündeki sayısız başka leke ve kir partikülleri arasında Svärd’ın kan grubundan üç parça kan lekesi bulunmuştu.
Odanın bitişiğinde bir gömme dolap bulunuyordu. Yerinde belirsiz bir renkte, kirli bir atlet, kirli üç çorap ve boş, eprimiş, kahverengi bir kanvas çanta vardı. Bir askıda bir nebze yeni, poplin bir ceket asılıydı ve duvardaki kancalarda da cepleri boş bir pantolon, el örgüsü yeşil bir kazak ve uzun kollu gri bir süveter. Hepsi buydu.
Svärd’ın başka bir yerde vurulmuş, sonra evine gelmiş, kapıyı arkasından kilitleyip sürgülemiş, sonra da uzanıp ölmüş olması patoloji uzmanının teorisine göre ihmal edilmemesi gereken bir ihtimaldi. Martin Beck, konunun uzmanı olmasa da kadının haklı çıkabileceğini düşünecek kadar deneyime sahipti.
Peki ama her şey nasıl olmuştu? Eğer eve giren olmadıysa ve kendisi de yapmadıysa, Svärd nasıl vurulmuştu? Martin Beck olayın ne kadar dikkatsizce ele alındığını ilk keşfettiğinde, bu gizemin de birisinin dikkatsizliği ile açıklanabileceğini düşünmüştü fakat şimdi odada bir silah olmadığından, Svärd’ın kapıyı arkasından kilitlediğinden emin olmaya başlamıştı ve sonuç olarak ölümü tamamıyla açıklanamaz görünüyordu.
Martin Beck bir kez daha kılı kırk yararak dairenin içinde gezindi ama olan biteni açıklayabilecek hiçbir şey bulamadı. Sonunda oradan ayrıldı, diğer apartman sakinlerinin ona anlatacaklarının olup olmadığını öğrenmeye niyet etti.
Kırk beş dakika sonra, sokağa çıktığında hiçbir şey değişmemişti. Altmış iki yaşındaki eski depo işçisi Karl Edvin Svärd belli ki gayet kendi hâlinde bir insandı. Bu dairede üç aydır oturuyordu ve sadece birkaç apartman sakini onun varlığından haberdardı. Onu apartmana girip çıkarken görenler hiçbir zaman yanında kimseyi görmemişti. Hiçbirisi onunla tek kelime konuşmamıştı. Adam hiçbir zaman sarhoş görülmemiş, hiçbir zaman evinden rahatsız edici sesler ya da gürültüler işitilmemişti.
Martin Beck ana girişin dışında durdu. Sokağın karşı tarafında yemyeşil, bol yapraklı yükselen parka baktı. Aklından oraya gidip bir süre ıhlamur ağaçlarının altında bir banka oturmak geldi ama sonra, yokuşun oradaki dar sokağa bakacağını hatırladı.
“Olof Gjödings Caddesi.” Sokak tabelasındaki ismi dışından okudu ve yıllar evvel, Olof Gjöding’in, ta on sekizinci yüzyılda Kungsholmen Okulu’nda bir öğretmen olduğunu öğrenmiş olduğunu hatırladı. Okul acaba Hantverkar Caddesi’ndeki liseyle aynı yerde mi diye merak etti.
Polhems Caddesi’nden bayır aşağı inerken bir tütüncü vardı. Martin Beck dükkâna girip bir paket filtreli sigara aldı. Kungsholms Caddesi’nin yolunu tutarken bir tane yaktı ama tadını hiç beğenmedi. Karl Edvin Svärd’ı düşündü. Kendini daha iyi hissetmiyordu, kafası iyice allak bullak olmuştu.
13
O salı günü Amsterdam’dan gelen öğlen uçağı Arlanda’ya indiğinde, yurt dışı geliş terminalinde uçağın kabin şefiyle görüşmek üzere yerleştirilmiş iki sivil polis alanda bekliyordu. İhtiyatlı davranmaları ve gereksiz önlemlere başvurmamaları emrini almışlardı ve sonunda kabin şefi, yanında bir hostesle birlikte alanda yürürken polisler acele etmeyip kenarda beklemeye karar verdi.
Ne var ki Werner Roos onları hemen fark etti. Ya polisleri