Kilitli Oda. Пер ВалёЧитать онлайн книгу.
mi?”
“Evet. Aynı zamanda neden nokta atışa rağmen cildinde barut yanığı bulamadığımızı da açıklayabilir.”
“Anladım,” dedi Martin Beck. “Yardımınız için teşekkürler.”
“Ah, bir şey değil. Açıklayabileceğim başka şey varsa arayabilirsiniz.”
“Hoşça kalın.” Ahizeyi yerine koydu. Kız açıklama konusunda kaçın kurasıydı. Yakında geriye açıklanacak tek şey kalacaktı. Ama o hepten şaşırtıcıydı. Svärd kesinlikle intihar etmiş olamazdı. Tabanca olmadan kendini vurmak her yiğidin harcı değildi.
Bergs Caddesi’ndeki dairede silah bulunmamıştı ki.
7
Martin Beck, telefon görüşmelerine devam etti. Bergs Caddesi’ne çağrılan ilk devriye polisine ulaşmaya çalıştı ama iki memur da anlaşılan mesaide değildi. Birkaç yeri daha arayıp taradıktan sonra, birisinin tatilde, diğerinin de bir duruşmada delil sunmak için izinli olduğu anlaşıldı. Gunvald Larsson toplantılarla meşguldü ve Einar Rönn çağrıldığı bir yere gitmek üzere dışarı çıkmıştı.
Martin Beck, uzun bir süre daha uğraştıktan sonra vakayı Cinayet Masası’na gönderen dedektif komisere ulaşmayı başardı. Bu da 26 Haziran Pazartesi günü olmuştu ve Martin Beck adama bir soru sormak zorundaydı: “Otopsi raporunun çarşamba günü erkenden geldiği doğru mu?”
Adam cevap verirken sesi fark edilir şekilde titredi: “Emin değilim ama ben şahsen o cuma gününe kadar okumadım.”
Martin Beck bir şey demedi. Bir nevi açıklama bekledi. Açıklama geldi:
“Bizim bölgede, polis kuvveti yarıya inmiş vaziyette. En acil meseleleri halletmeden ona el atmam mümkün değildi. Dosya üstüne dosya geliyor. Her gün daha da beter bir hâl alıyor.”
“Yani o tarihten önce hiç kimse otopsi raporuna bakmadı?”
“Evet, bizim buradaki amir baktı. Cuma sabahı da tabancayla kim ilgilendi diye sordu.”
“Ne tabancası?”
“Svärd’ın kendini vurduğu tabanca. Benim tabancadan haberim yoktu ama oraya çağrılan memurlar bulmuştur diye düşündüm.”
“Onların raporu önümde,” dedi Martin Beck. “Eğer dairede ateşli bir silah olsaydı, kesinlikle burada bahsi geçerdi.”
“Bu devriye polisinin nasıl hata yapmış olabileceğini anlamıyorum,” dedi adam hemen savunmaya geçerek. Adamlarını savunmaya hakkı vardı ve sebebini anlamak zor değildi. Son bir yıldır, karakol polislerine karşı eleştiriler almış başını yürümüştü. Halkla ilişkiler her zamankinden kötüydü ve iş yükü ikiye katlanmıştı. Sonuç olarak, polisler kolayca pes ediyordu. Maalesef, bunlar da genellikle en iyiler oluyordu. İsveç’teki muazzam işsizliğe rağmen, yeni adam bulmak imkânsızdı ve işe alım departmanı küçüldükçe küçülüyordu. Teşkilatta kalan polisler de birbirlerine tutunma ihtiyacını yürekten hissediyordu.
“Belki de,” dedi Martin Beck.
“Bu adamlar, tam olarak yapmaları gerekeni yaptılar. Eve girip ölüyü bulduktan sonra üstlerinden birini aradılar.”
“Gustavsson denen adamı mı?”
“Aynen. Cinayet Büro’dan. Cesedi bulmanın dışında, çıkarımlara varma ve gözlemlerini rapor etme işi ona aitti. Ona silahı göstermiş, gereğini yapmışlardır diye düşündüm ben de.”
“Sonra da rapor etme zahmetine bile girmedin?”
“Böyle şeyler oluyor,” dedi polis gevrek gevrek.
“Eh, görünen o ki odada silah yokmuş.”
“Evet. Ama ben bunu bir hafta önce, pazartesi günü, Kristiansson ve Kvastmo ile konuşurken öğrendim. Bunun üstüne de, dosyayı hemen Kungsholms’a gönderdim.”
Kungsholmen polis merkezi ve Cinayet Büro aynı binadaydı. Martin Beck hiç çekinmeden şöyle dedi: “Eh, pek de uzak bir mesafe değil zaten.”
“Biz hata yapmadık,” dedi adam.
“Aslında ben kimin hata yapmış olabileceğinden çok, Svärd’a ne olduğuyla ilgileniyorum,” dedi Martin Beck.
“Eh, eğer bir hata yapılmışsa, en azından yapan Büyükşehir Emniyet Teşkilatı değildir.”
Bu çıkışı, bayağı ima barındırıyordu. Martin Beck, iyisi bu konuşmayı nihayete erdirmek, diye düşündü. “Yardımın için teşekkürler,” dedi. “Hoşça kal.”
Hattaki bir sonraki adam, çok acelesi varmış gibi gözüken Dedektif Komiser Gustavsson’du. “Ha, şu olay,” dedi. “Eh, ben hiç anlamadım. Ama herhâlde öyle şeyler oluyordur.”
“Nasıl şeyler?”
“Açıklanamaz şeyler, hani çözümü bulunamayan muammalar gibi. Dolayısıyla insan anında pes etmesi gerektiğini anlıyor.”
“Buraya gelme nezaketini gösterebilir misin?” dedi Beck.
“Şimdi mi? Västberga’ya mı?”
“Aynen.”
“Maalesef imkânsız.”
“Bence değil.” Martin Beck kol saatine baktı. “Üç buçuk diyelim.”
“Ama bu imkânsız…”
Martin Beck, “Üç buçuk,” dedi ve telefonu kapattı. Sandalyesinden kalkıp elleri arkasından bağlı, odada volta atmaya başladı.
Bu açıktan açığa çekişme, son beş yılda yaşananlar hakkında çok şey anlatıyordu. Polisin bir soruşturmaya öncelikle bir şeyleri ayıklamaya çalışmakla başlaması gittikçe sık yaşanıyordu artık. Bu da esas konuya odaklanmayı zorlaştırıyordu.
Aldor Gustavsson, saat 4.05’te geldi. Bu isim Martin Beck için hiçbir şey ifade etmiyordu fakat adamı görür görmez tanıdı. Yaklaşık otuzlu yaşlarında, sıska bir adamdı, sert, umursamaz bir havası vardı. Martin Beck onu ara sıra Stockholm Cinayet Büro’da, ayrıca daha farklı ortamlarda görmüştü.
“Lütfen otur.”
Gustavsson en güzel sandalyeye oturdu, bacak bacak üstüne atıp bir puro çıkardı. Puroyu yakıp şöyle dedi: “Çılgın bir hikâye, hı? Ne bilmek istiyorsun?”
Martin Beck bir süre tükenmez kalemini parmaklarının arasında yuvarlayarak sessizce oturdu. Sonra şöyle dedi: “Bergs Caddesi’ne saat kaçta gittin?”
“Akşam saatlerinde. On civarı.”
“O sırada nasıl gözüküyordu?”
“Bayağı iğrençti. Kocaman beyaz kurtçuklarla doluydu. Kokudan zaten burnumun direği kırılıyordu. Polislerden biri hole kusmuştu.”
“Memurlar neredeydi?”
“Birisi kapının dışında nöbet tutuyordu. Diğeri arabanın içinde oturuyordu.”
“Tüm bu zaman boyunca kapıda nöbet mi tutmuşlar?”
“Evet, en azından anlattıklarına göre öyle.”
“Peki sen ne yaptın?”
“Hemen içeri girip şöyle bir baktım. Bayağı berbat görünüyordu, dediğim gibi. Fakat Cinayet Masası’na iş çıkabilirdi, hiç belli olmaz.”
“Ama sen başka bir çıkarıma vardın?”
“Tabii. Sonuçta her şey aşikârdı. Kapı içeriden üç dört farklı noktadan kilitlenmişti. O adamlar bile içeri girebilmek