Efruz Bey. Омер СейфеддинЧитать онлайн книгу.
aklı mı kaybettin? İçerime fenalık gelecek.”
“Hayır, Ahmet değil diyorum. Sen benim asıl ismimi bilmezsin…”
......
Bu münakaşa ana oğul arasında âdeta şiddetlice bir kavga hâlini aldı. Zavallı kadın oğlunun isminin “Ahmet” olduğuna evdeki bütün hizmetçileri, ihtiyar dadısını şahit gösterip pencereye getiriyor, rahmetli babasının, şeyh efendisi doğduğu vakit kulağına avazı çıktığı kadar ezan okuyarak “Ahmet” ismini koyduğunu… hatta bu ezanın şiddetinden küçükken kulağının ağrıyıp ta akil baliğ oluncaya kadar aktığını anlatıyordu. Ahmet Bey bütün hatıralara, şahitliklere karşı inkârında inat etti. O kadar ki… annesinin sinirleri tuttu. Zavallı kadın oğlunun ismi kaybolur yahut değişirse onu bütün bütün elden kaçıracakmış gibi bir vehme kapılıyor, haklı olduğunu ispata çalışıyordu. Fakat muvaffak olamadı.
“Hayyy…” diye bir çığlık kopardı. Arkasındaki hizmetçi kızın kucağına düştü, bayıldı. Ahmet Bey’in üzerinde gezindiği yumuşak tuğlaların altındaki canlı yuvarlak taşlardan çıkan fısıltılar, sakin bir göl dalgası gibi birbirine karışıyor; “müthiş Jön Türk’ün hakiki ismini annesinin bile bilmediği” uzaklara; İstanbul’un en ücra köşelerine yayılıyordu. Ahmet Bey, annesini merak etti. Aile içinde “Deli Saraylı” şöhretini taşıyan bu kadıncağız en ufak şeye hiddetlenir; elleri, çeneleri kilitlenir, bayılınca saatlerce ayılmazdı. Ahmet Bey son bir gayretle, kapının önündekileri biraz aralık edip aşağıya inmeye çalıştı. Olacak iş değildi. Nümayişler bir granitin ecza-yı fer-diyesi gibi sıkışmışlardı. Eve nasıl girecekti? Galatasaray’ın jimnastik dersleri onu mahir akrobat yapmıştı. Sinemalarda aktörlerin, hırsız, apaş rolüne çıkanların duvarlardan atladıkları, en üst pencerelerden binalara daldıklarını gördükçe hep içinden, Ben daha çeviğim, ben olsam bu kadar yavaş tırmanmam! der, yanındakilere kendisinin bir el ile barfikste tam mihver döndüğünü söylerdi. İşte şimdi münasip bir fırsat… Herkes onun çevikliğini, marifetini görecekti. Akrobatlığı, cambazlığı şöhretine şöhret, şanına başka bir şan ilave edecekti. Diyeceklerdi ki:
“Aman bu Jön Türk! Düz duvarı kedi gibi çıkıyor. Yüksekten, tehlikeden hiç korkmuyor, ne cesaret, ne cesaret!”
Evet mademki fırsat düşmüştü. Cesaretini göstermek lazımdı. Sokağı dolduran bu kalabalığın sebebini anlamayan, kalabalığın kafalarında gezen beyini gayet eğlenceli bir palyaço gibi seyrederek gülen Anadolulu arsız evlatlığa, “Kız, dadımı çağır!” diye haykırdı. Evlatlık hemen pencereden kayboldu. Bir dakika sonra tekrar aynı pencerede göründü.
“Dadı gelmiyor.”
“Niçin?”
“Hanımefendiyi koku ile ovuyor.”
“Mehveş’i çağır!”
“Mehveş ablam da hanımefendinin kollarını ovuyor.”
“Peyker’i çağır!”
“Peyker ablam da hanımefendinin ayaklarını ovuyor.”
“Pesent’i çağır!”
“Pesent ablam da hepsinin ellerine kolonya döküyor.”
“Despina nerede?”
“Bilmem…”
“Git çabuk, bak…”
Evlatlık yine pencereden kayboldu. Aradan çok geçmedi. Yine aynı pencerede görünerek haykırmaya başladı:
“Despina aşçının yanında oturuyor. Çağırdım.”
“Geliyor mu?”
“Saçlarını düzeltiyor. Gelecek.”
… İkinci kat pencerelerinin birinden Despina göründü. Şeytan, maskara, güzel bir Rum kızı… Hürriyetin ne olduğunu çapkın pekâlâ biliyordu. Sokaktaki gürültüden, bağrışmalardan hiçbir şey anlamayan Bolulu aşçıbaşına demin hürriyetin manasını, “Sizin hanımlar da bizim gibi olacak artık! Hürriyet bu demek!” diye anlatmıştı. “Tuh tuh, töbe… Sus gopeğin gizi…” diye hürriyeti anlayamayan koca Türk, hâlâ bu gürültüleri, bu kalabalığı bir yangın sanıyor, Ateş buralara gelinceye kadar ben yemeği verir, bulaşıkları bile yıkarım, düşüncesiyle hiç istifini bozmuyordu.
“Ne istiyorsunuz beyefendi?”
“Görüyorsun ya içeri gireceğim! Sokak kapısına inecek yer yok.”
“Ne yapayım?”
“Git çamaşır iplerinden getir. Sarkıt. Ben tırmanarak pencereye çıkayım.”
Bu kadar alaylı bir manzara Despina’yı gülmekten katıltıyordu.
“Simdi, simdi küçük bey!..” diye kahkahalarla sıçrayarak ipi getirmeye gitti. Ahmet pazılarını elleriyle yokluyor, altındaki cumhura bakıyor, mektepte imtihanlara girerken duyduğu heyecana benzer bir ürperme, kalbini biraz fazla çarptırıyordu. Sabahtan beri yorgunluktan, açlıktan hisleri körleşmişti. Altındaki cumhur bir şeyler bağırıyor fakat artık o manasını anlamıyordu. Kulakları derin şimşekli bir uğultu ile dolmuştu.
“Hürriyet!”
“Yaşasın!”
“Jön Türk!”
Bu kelimelerin anlaşılmaz bir surette karışmasından hasıl olan bir uğultu… Müthiş, muazzam bir gürültü…
Despina elinde iple ikinci kattan görününce Ahmet Bey “En üst kata, en üst kata çık!” diye haykırdı.
“Düsezeksiniz, beyim.”
“Haydi, sen karışma! En üst kata çık diyorum!”
Ahmet Bey’in, fırsat düşünce muvaffakiyetin azamisini elde etmek âdetiydi. En üst katın pencereleri dururken, ikinci kattan girmek hakikaten abesti. Çapkın Despina’yı dördüncü katın pencerelerinde bekliyorken, tavan arasının penceresinden ipi sarkıttığını görünce öyle sevindi ki…
“Sarkıt, sarkıt…”
“İşte!”
“Biraz daha…”
Ahmet Bey ipin ucunu tuttu. Despina yukarıdan haykırdı:
“İpi nereye bağlayayım.”
“Orada bir yer yok mu?”
“Panjurun demir mandalı var.”
“Pekâlâ, işte ona bağla.”
İp bağlandıktan sonra cumhurun alkışları arasında yavaş yavaş Ahmet Bey çıkmaya başladı. Kollarının müthiş kuvvetini göstermek için ayaklarını hiç ipe dokundurmuyordu. İkinci katı geçmişti. Birdenbire Despina’nın çığlığıyla beraber demir mandal koptu. Ahmet Bey ahalinin tepesine yuvarlandı. Bu yuvarlanıştan şüphesiz başları çok acıyan, beyinleri sarsılan halk hiçbir şikâyet sedası çıkarmadı. Bilakis yine olanca kuvvetiyle “Yaşasın Jön Türk, yaşasın!” diye haykırışlar… Ahmet Bey başını yukarı kaldırdı.
“Despina, Despina…” diye avazı çıktığı kadar haykırdı. İşittiremedi. Tavan arasının penceresinden yarı beline kadar sarkan, ellerini çırpan Rum kızı alkış hezeyanına uğramış, sıçrayıp duruyordu. Bu Ahmet Bey’in bir hafta evvel Müstahdemin İdaresinden getirdiği genç, şuh bir hizmetçiydi. Elini salladı:
“Despina, Despina… be!”
Efendisinin harikulade vaziyetinden galeyana gelen kız ince sesiyle haykırdı:
“Ti ehi vire begimu?”