Karmaşık Duygular. Стефан ЦвейгЧитать онлайн книгу.
bitirmek için öfkeyle pantolonumu giydim ve öylece gömleğimin yarısı açık, pantolon askılarım sarkık, ayaklarım çıplak durumda kapıyı açtım ve holün karanlığında babamın silüetini tanıyınca beynimden vurulmuş gibi oldum. Gölgede kalan yüzünde ancak arkadan gelen ışıktan dolayı parlayan gözlük camlarını seçebildim. Fakat bu gölge bile hazırladığım küstah kelimenin balık kılçığı gibi boğazıma takılıp kalmasına yetmişti: Bir an uyuşup kalakaldım. Sonra mecburen -o korkunç saniye- utanarak, odamı toparlayana kadar birkaç dakika mutfakta beklemesini rica ettim. Dediğim gibi: Yüzünü görmüyordum, ama anladığını hissettim. Ben de bunu suskunluğundan, tavırlarından, bana elini uzatmadan ve tiksinmiş bir ifadeyle perdenin arkasındaki mutfağa girişinden anladım. Yaşlı adam orada, defalarca ısıtılmış kahve ve pancar kokan ocağın karşısında, on dakika beklemek zorunda kaldı, bu on dakika ben kızı yataktan çıkarıp elbiselerini giydirirken, istemeden kulak misafiri olması, kızı onun yanından geçirip evden dışarı çıkarmam hem benim hem de onun için küçük düşürücüydü. Kızın ayak seslerini dinlemek, aceleyle çıkışının arkasından havalanan perdenin sallanışını izlemek zorunda kaldı ve ben hâlâ yaşlı adamı bu onur kırıcı saklanma yerinden çıkartamıyordum; önce müthiş dağınık yatağı düzeltmem gerekiyordu. Ancak bundan sonra -hayatım boyunca hiç bu kadar utanmamıştım- babamın karşısına çıkabildim. Babam o berbat saatte duruşunu bozmadı, bugün bile ona bu yüzden içimden teşekkür ediyordum. Zira ne zaman çoktan bizden gitmiş olanı hatırlasam, bir öğrencinin bakışıyla sürekli eleştiren ve takıntı hâlinde kusursuzluk arayan kurnaz bir öğretmen, bir yanlış düzeltme makinesi görmekten kaçınıyor, tersine çok tiksinti hissetmesine rağmen kendine hâkim olabildiği ve tek bir kelime bile söylemeden, arkamdan havası ağırlaşmış odama girdiği o en insani zamanını düşünüyorum. Şapkasını ve eldivenlerini elinde tutuyordu; gayriihtiyari bırakmak istedi ama o anda yüzünde bir tiksinti ifadesi belirdi, sanki varlığının herhangi bir parçasının oradaki pisliğe değmesine karşıydı. Ona bir sandalye verdim ama o odanın içindeki eşyaların hiçbirisine yaklaşmak istemediğini gösteren bir hareket yaptı.
Bir süre buz gibi bir tavırla bana doğru dönmeden durduktan sonra gözlüğüyle uğraştı ve ayrıntılı bir biçimde temizledi. Biliyordum, bu hareket onda sıkılganlık belirtisiydi; ayrıca yaşlı adamın gözlüğünü tekrar takarken elinin tersiyle gözüne değdiğini de fark etmiştim, hiçbirimiz söyleyecek bir şey bulamadı. Okul yıllarından beri nefret ettiğim ve küçümsediğim şekilde güzel bir ses tonuyla vaaz vermeye başlayacağından korkuyordum. Ama yaşlı adam -bugün bile ona teşekkür ediyorum- sessiz kaldı ve bana bakmaktan imtina etti.
Nihayet üniversite kitaplarımın durduğu sallanan rafa gitti, kitapları açtı ve daha ilk bakışıyla hiç dokunulmamış, bazılarının sayfa kenarlarının bile kesilmemiş olduğundan emin olmalıydı. “Not defterlerin!” Bu emir ilk kelimesiydi. Ellerim titreyerek uzattım, içinde sadece tek bir dersin stenoyla tuttuğum notlarının bulunduğunu biliyordum. İki sayfayı hızla çevirdi, hiçbir tepki göstermeden defterleri masanın üzerine bıraktı. Sonra bir sandalye çekti, oturdu ve bana ciddiyetle ancak hiçbir serzenişte bulunmadan baktı ve sordu: “Peki bütün bunlar hakkında ne düşünüyorsun? Ne olacak?”
Bu sakin soru beni yerin dibine soktu. İçimdeki her şey kaskatı olmuştu; bana kızacak olsaydı, küstahça karşı gelecektim, duygusal yaklaşsaydı onunla alay edecektim. Ama bu objektif soru inadımın tamamını kırmıştı; sorunun ciddiyeti beni de ciddi olmaya zorluyor, sorunun zoraki sakinliği saygı ve samimi bir kabul gerektiriyordu. Ne cevap verdiğimi hatırlamaya cesaretim var ne de sonra yaptığımız konuşmayı bugün bile kâğıda dökemiyorum: Birdenbire olan bazı sarsıntılar ve bir çeşit iç kabarmalar vardır ki tekrar anlatıldıklarında muhtemelen duygusal gibi olurlar, bazı kelimeler iki insan arasında sadece bir defa ve beklenmedik bir duygu karmaşası arasında gerçektirler.
Tüm zamanlar içinde babamla yaptığımız tek gerçek konuşmaydı bu ve kendimi gönüllü olarak aşağılamakta bir sakınca görmedim: Tüm kararları ona bıraktım. Ancak bana verdiği tek nasihat Berlin’den ayrılıp bir dahaki sömestir için küçük bir üniversiteye gitmem oldu ve şimdiden sonra tutkuyla kaçırdıklarıma yetişeceğimden emin olduğunu söyleyerek beni neredeyse teselli etti. Bu güveni beni çok sarstı, o saniyede soğuk bir resmiyet barikatının arkasına saklanan bu yaşlı adama bütün gençliğim boyunca haksızlık yapmış olduğumu hissettim. Gözlerimden sıcak yaşların fışkırmasına engel olmak için dudaklarımı sertçe ısırmak zorunda kaldım. O da benzer şeyler hissediyor olmalıydı çünkü birdenbire elini uzattı, titreyerek elimi bir an tuttuktan sonra da hızla dışarıya çıktı. Arkasından gitmeye cesaret edemedim, huzursuz ve şaşkın kalakaldım, mendilimle dudaklarımdaki kanı sildim, duygularımla baş edebilmek için dişlerimi geçirmişim.
Benim on dokuz yaşında yaşadığım ilk sarsıntıydı bu, üç ay içinde erkeklik taslamakla, öğrencilikle, başıma buyruklukla iskambil kâğıtlarından kurduğum ev, sertliği ve esintisi bile olmayan tek bir kelime ile bir anda çökmüştü. İrademe meydan okunması sayesinde kendimi bütün basit eğlencelerden vazgeçecek kadar güçlü hissettim; saçıp savurduğum zihinsel gücümü denemek için sabırsızlanıyor, ciddiyeti, ölçülü olmayı, eğitimi ve disiplini arzuluyordum. O süre içinde kendimi manastırlardaki fedakârlık hizmetleri gibi tamamen eğitime verirken tabii ki beni bilim alanında bekleyen o büyük sarhoşluktan habersizdim ve zihnin daha üst kademelerinde bile, atılgan insanlar için her zaman macera ve tehlikeler olduğunu bilmiyordum.
Bir sonraki sömestir için seçtiğim ve babamın da uygun bulduğu küçük taşra şehri Almanya’nın ortalarındaydı. Üniversitenin akademik ünü ile çevresindeki pek az evden oluşan şehir müthiş bir tezat içindeydi. Önce eşyamı istasyona bıraktım, sonra sora sora üniversiteyi bulmam pek zor olmadı ve eski çağlardan kalma bu geniş yapının içinde de ortamın Berlin’deki kalabalık çevreden çok daha samimi olduğunu ve insanı hemen içine aldığını hissettim.
İki saat sonra kayıt işlerini hâlledip, profesörlerin çoğunu ziyaret etmiştim, sadece İngiliz filolojisi hocam olan ordinaryüse hemen ulaşamamıştım, öğleden sonra saat dört gibi onu seminerde bulabileceğimi söylediler.
Bir saati bile kaçırmak istememenin sabırsızlığı ile ve önceleri bilimden imtina etmek için gösterdiğim çabanın tam tersiyle -Berlin’le kıyasladığımda bana uyuşturucu ile uyutulmuş gibi görünen küçük şehirde şöyle bir gezdikten sonra- tam saat dörtte söylenilen yerdeydim. Hademe seminerin kapısını gösterdi. Kapıyı vurdum. Bana içeriden cevap gelmiş gibi zannettiğimden içeriye girdim.
Ama doğru duymamışım. Hiç kimse bana içeriye girmemi söylememişti ve duyduğum o anlaşılmayan ses sadece, profesörün çevresine iyice yaklaşmış tahminen iki düzine öğrenciye doğaçlama bir konu anlatırken yükselen enerjik sesiydi. Yanlış anlayarak izinsiz içeri girdiğim için utanıp yine sessizce dışarıya çıkmak istedim, ama tam da bunu yaparak dikkat çekeceğimden korktum çünkü o ana kadar dinleyicilerden kimse beni fark etmemişti. Ben de kapının yakınında durdum ve ister istemez dinlemek zorunda kaldım.
Belli ki profesörün konuşması bilimsel bir konuşmadan ya da tartışmadan sonra kendiliğinden oluşmuştu, en azından öğrencilerin ve öğretmenin rahat, gelişigüzel bir grup oluşturmaları buna işaret ediyordu: Kendisi ders verir gibi uzağa değil, bir bacağını çocuk gibi aşağı sarkıtarak masalardan birine oturmuş, etrafına toplanmış genç insanların rastgele duruşlarına bakılırsa da hocayı dinlerken giderek artan bir ilgiyle öylece hareketsiz kalmışlardı. Belli ki profesör birdenbire masanın üzerine oturup, bir kement atar gibi kelimeleriyle onları durdukları yerde yakaladığında kendi aralarında konuşuyorlardı.
Benim de oraya çağrılmadan girmiş olduğumu