Madam Bovary. Гюстав ФлоберЧитать онлайн книгу.
ebediyetin sesi onun ruhunda terennüm etti. Sonra bundan da bıktı. Maneviyat ile arası açıldı. Önce alışkanlıkla sonra gösteriş için buna devam etti. Nihayet kendisinin durgunlaştığına, sükûnet bulduğuna şaştı. Hem de kalbinde hiçbir elem, alnında bir çizgi olmadan…
Onda büyük bir yetenek gören iyi kalpli rahibeler şimdi Matmazel Ruolt’un ellerinden kayıp gitmekte olduğunu sezerek şaşıp kaldılar. Gerçekten ona o kadar bol ayin yaptırıp dua ettirmişler, inzivaya ve riyazete alıştırmışlar, Növen dedikleri dokuz günlük tövbe ve perhize sokmuşlar, vaaz dinletmişler, evliyaya ve din şehitlerine öyle derin bir saygı telkin ederek vücudun mahiyeti ve ruhun yükselmesi için öyle nasihatler vermişlerdi ki sonunda, yularından çekilip götürülen bir kısrak hâline gelmişti. Fakat o, birdenbire durunca gem ağzından fırladı. Dinî heyecanları arasında gene pozitif kalan kiliseyi çiçekleri için, musikiyi sözleri için, edebiyatı ve şarkıları hırs uyandırdı ğı için seven bu kafa, din ve imanın esrarı önünde isyan ediyor, hele mizacına uymayan manastır disiplinine bütün bütün tutuluyordu. Babası onu alıp götürdüğü vakit buna üzülen olmadı. Hatta başrahibe onu son zamanlarda, meslek ve cemaate karşı daha az saygılı bulmaya başlamıştı.
Eve geldiği vakit Emma, önce hizmetçileri komuta etmekten hoşlandı. Fakat çok geçmeden köy hayatından da bıkarak manastırı özledi. Charles’ın ilk gelişinde o, kendini emelleri kırık bir hâlde buluyordu. Artık ne öğreneceği bir şey ne de kalbine heyecan verebilecek bir duygusu olabilirdi.
Fakat yeni durumun sıkıntısı yahut belki de bu yeni adamın varlığından pirelenmesi kendisinde farklı bir inancın doğmasına kâfi geldi. Artık inanmıştı ki o zamana kadar, pembe tüylü büyük bir kuş gibi, şiir ve hayal dolu göklerin ihtişamı içinde kanat açıp duran o güzel, o hayranlık verici ihtirasa sahipti; buna inandığı için hayal ettiği mutluluğun, şimdi içinde bulunduğu şu durgun hayattan doğabileceğini aklına sığdıramıyordu.
7
Bununla beraber hayatın en güzel günlerinin, yani adı üstünde balayı, bugünler olduğunu düşündüğü olurdu. Bunun tadını çıkarmak için şüphesiz ad ve san almış ülkelere gitmek lazımdı. Oralarda düğün geceleri sabahlarının tatlı tembellikleri olacaktır! Posta arabasının peykleri üstünde ve mavi ipek storlar altında, keçilerin çıngırakları ve kaskadların boğuk sesleri arasında posta arabacısının şarkılarını dinleyerek ağır ağır dik yollara çıkılır. Güneş battığı vakit körfezlerin kıyısında limon ağaçlarının kokularıyla nefes alırsınız sonra ortalık kararmaya başlayınca villaların taraçası üzerinde parmaklarınızı birbirine kenetleyerek yıldızlara bakarken projeler tasarlarsınız. Emma’ya öyle geliyordu ki nasıl bir bitki bazı yerlerdeki toprağın özelliğinden orada iyi yetişir ve başka yerde yetişmezse öylece dünyada mutluluk yetiştiren yerler de vardır. Ah, ne olurdu, kendisi de mesela İsviçre’de bir köşkün balkonuna dirseklerini dayasa ya da İskoçya’nın bir kulübeyi andıran küçük bir sayfiyesinde dertlerini uyutsa ve yanında beyaz kollukları, sivri şapkası, yumuşak çizmeleriyle uzun etekli siyah kadife elbiseler giymiş bir kocası bulunsa!
Belki bir sırdaşa bütün bu hayallerini açıp dertleşmek isterdi. Fakat koyu ve büyük bulutlar gibi, manzarasını değiştiren rüzgâr gibi dönüp kasırgalanan bu kaleme gelmez üzüntüyü nasıl söyleyecekti? Bunun için sözleri ağzında kalıyor, muhtaç olduğu fırsat ve cesareti bulamıyordu.
Bununla beraber eğer Charles isteseydi, eğer bunun farkına varsaydı, yani hiç olmazsa bir kere onun gözü karısının düşüncesiyle karşılaşmış bulunsaydı ona öyle geliyordu ki el dokunur dokunmaz pıtrak gibi dökülen çardak yemişi gibi, içindeki emeller birden boşalacaktı. Ne çare ki mahrem hayatlarında onlar ne kadar kaynaşıyorlarsa, içinden gelen bir yabancılık hissi, genç kadını o nispette kocasından uzaklaştırıyordu.
Charles’ın sözleri sokağın yaya kaldırımı gibi dümdüzdü. Herkesin ağzında çiğnenen fikirler ne bir düşünce ne bir gülüş ne de bir heyecan doğurmaksızın adi kostümleriyle geçit yapardı. Dediğine göre Paris’ten gelen aktörleri görmek için bir kere olsun merak edip Ruan’a tiyatroya gitmemişti. Ne yüzmeyi ne eskrimi öğrenmiş ne de ömründe bir tabanca atmıştı. Bir gün karısının bir romanda görüp anlamadığı binicilik terimini bir türlü ona izah edememişti.
Hâlbuki bir erkek her şeyi bilmeli değil miydi? Birçok işte kendini göstermek, emel ve ihtiras enerjisini size vermek, hayatın inceliklerini bütün esrarını size anlatmak ona düşen bir vazife değil miydi? Bu adam hiçbir şey bilmiyor, bir şey öğretmiyor, bir şey istemiyor ve karısını mesut farz ediyordu. Karısı ise onun bu genişliğine, bu oturaklı rahatına, bu okkalı durgunluğuna içerliyor, hatta ona verdiği haz ve zevkleri çok görerek kızıyordu.
Emma ara sıra resim yapardı. O zaman Charles için onun baş ucunda ayakta durup resim yaptığını seyretmek, genç kadının işini daha iyi görmek için gözlerini kısarak kartonuna doğru eğildiğini ya da bir şeyi silmek istediği zaman ekmek içini başparmağıyla ezip yuvarladığını görmek ona büyük bir zevk verirdi. Piyanoda Emma’nın parmakları ne kadar hızlı uçarsa öteki o kadar şaşıp kalırdı.
Genç kadın piyanonun dişlerine yukarıdan aşağı birden indikten sonra klavyede boydan boya durmadan gezinirdi. Bu suretle bir sarsıntı geçiren ihtiyar aletin didinen tellerinden çıkan ses, pencere açıksa köyün ta öbür ucundan duyulur ve çok kere mahkeme yazıcısı, başı açık, ayağında şosonlar, büyük caddeden geçerken elinde bir mühürlü kâğıt, durur onu dinlerdi.
Emma, bir taraftan evin idaresini de eline almıştı. Vizitelerinin hesabını hastalara, fatura kokusu vermeyen ustalıklı mektuplarla bildirirdi. Pazar günü yemeğe gelen komşu bir misafir olduğu zaman sofraya gösterişli bir yemek koymanın yolunu bulur, asma yaprakları üstüne en makbul frenk eriklerinden piramit yapmayı bilir, kalıpları tabağa ters çevrilerek kondurulmuş kompostolar hazırlar, hatta yemekten sonra misafirlerin ağızlarını çalkalamaları için kokulu su dolu zarif kupalar alacağını söylerdi. Bütün bunlar Bovary’nin üzerinde saygı telkin eden bir iz bırakıyordu.
Charles, böyle bir karısı olduğu için kendisine daha fazla kıymet vermekte karar kıldı. Onun salonda duvar kâğıtları üzerinde yeşil uzun kordonlarla asılı ve geniş birer çerçeve içine koydurduğu o kurşun kalem ile yapılmış iki küçük krokisini herkese iftihar ile gösterirdi. Litorya ayininden çıkınca, bu çalımlı kocanın ayağındaki kanaviçe şık terliklerin, kapısının önünde durduğu görülürdü.
Geceleri eve geç gelirdi; saat onda, bazı kere de gece yarısı gelir yemek isterdi. O zamana kadar hizmetçi kadın yatmış olduğu için yemeği ona Emma hazırlardı. Yemeğini daha rahat yemek için de redingotunu çıkarır, ondan sonra o gün kimleri gördü ise birer birer anlatırdı; gittiği köyleri, yazdığı reçeteleri söylerken, hâlinden memnun, soğanlı kebaptan kalanı yiyip bitirir, peynirin kaşarını ayırır, bir elma yer, sürahisini boşaltır, sonra gider sırtüstü karyolasına uzanır ve çok geçmeden horlamaya başlardı.
Uzun zaman pamuk takke giymeye alışmış olduğu için ipekli fuları şimdi kulaklarında durmuyordu. Bunun için sabahleyin saçları karmakarışık ve gece, bağları çözülen yastığının ince kuş tüyleriyle ağarmış bir hâlde, yüzüne iniyordu. Hep sağlam çizme giyme âdetiydi. Alttan topuklara doğru iki kalın katmer yapan bu çizmelerin içinde birer tahta ayak varmış gibi, üstü gergin ve dümdüz uzanı yordu. Kendisi bunlar için, “Adam.” derdi. “Ne olacak burada böyle gider.”
Annesi onun bu ekonomisini beğenirdi; çünkü evinde fırtınayı andıran şiddetli kavgalar, sinirlenmeler olduğu zamanlardaki gibi şimdi de ara sıra oğlunu görmeye geliyordu. Aynı zamanda bu anne Madam