Robinson Crusoe. Даниэль ДефоЧитать онлайн книгу.
süre ara vermek zorunda kalmış ve sonrasında yüreğinin daha söyleyecek bir sürü sözle dolu olduğunu ancak daha fazla konuşmaya mecali kalmadığını söyleyerek susmayı tercih etmişti.
Babamın bu söyleminden fazlasıyla etkilenmiştim, benim yerimde kim olsa aynı şekilde etkilenirdi zaten, böylece uzaklara gitmek yerine babamın isteğine uyarak evde kalmaya karar verdim. Ancak ne yazık ki bu düşüncelerimin hepsi birkaç gün içinde silindi ve kısacası babamı bu konuda artık daha fazla üzmemek adına, birkaç hafta sonra sessizce evden kaçmaya karar verdim. Bununla birlikte, bu sefer kaçma planımda aceleci davranmaktan kaçındım. Annemin gayet sakin olduğu bir gün bu konuyu sadece annemle konuştum, dünyayı gezip görmeden başka hiçbir işe kendimi veremeyeceğimi, bunun hayatım boyunca gerçekleştirmek istediğim en büyük arzum olduğunu ve babamdan gizli kaçıp gitmektense bu yolcuğumu onun rızasıyla yerine getirmek istediğimi anneme anlattım. Artık on sekiz yaşımı doldurduğumu, bu yaşın bir iş yerinde çıraklık yapmak ya da bir avukatın yanında memur olmak için çok geç olduğunu, böyle bir olanak bulsam bile nihayetinde ustamın yanından kaçarak kendimi yeniden denizlere atacağımı bildiğimi söyledim. Eğer izin vermesi için babamı ikna edecek olursa bu yolculuğu yaptıktan sonra pişman olacak olursam, kesinlikle bir daha asla böyle girişimde bulunmadan evime geri döneceğime ve bu süre zarfında kaybetmiş olduğum zamanı telafi etmek için iki katı çaba sarf edeceğime söz verdim.
Sessizce beni dinleyen annem, konuşmalarıma fazlasıyla üzülmüş ve incinmişti. Bu konuda babamla konuşmasının nafile bir çaba olacağını söyledi ve babamın bana söylemiş olduğu bunca sözden, vermiş olduğu bunca nasihatten sonra nasıl olup da benim hâlâ böyle bir şeyi düşünebildiğime hayret ettiğini ve kısacası eğer hayatımı bile isteye mahvetmek istiyorsam buna söyleyecek bir sözü kalmadığını, kendi adına da bu kararımı onaylamadığını ve kendimi bir uçuruma doğru sürüklerken hiçbir suretle bu işin bir parçası olmak istemediğini açıkça ifade etti.
Annem konuştuklarımızı babama iletmeyeceğini söylemiş olmasına rağmen, daha sonra duyduğuma göre tüm söylediklerimi ona aktarmış, babam yaşamış olduğu büyük üzüntünün etkisiyle derin bir iç çekmiş ve “Bu çocuk ancak evde kaldığı sürece mutlu olabilir; şayet gidecek olursa hayal bile edemeyeceği bir sefalet yaşayacak, buna asla rıza gösteremem.” demişti.
Bu konuşmaların ardından neredeyse bir yıl sonra evden kaçtım, ancak bu süre zarfında işe girmemle ilgili tüm önerileri reddetmeye devam ederken büyük bir kararlılıkla belirlemiş olduğum hedefime yürümemi engellemek için bunca direnç gösteren annem ve babama karşı büyük öfke beslemeye başlamıştım. Aklımda herhangi bir kaçma planı olmadan, Hull’a gitmiş olduğum bir gün arkadaşlarımdan biri babasının gemisiyle Londra’ya yelken açmak üzere olduğunu, denizcilerin genel anlamda kullandıkları konuşma üslubuyla, bu yolculuğun bana hiçbir masrafı olmayacağını ve benim de onlarla birlikte gidebileceğimi söyledi. Fırsat ayağıma gelmişti, ne anneme ne de babama bir şey söyleme gereği duymadan bu konuda fazla istişare etmeden hemen teklifini kabul ettim. Tanrı’nın ya da babamın rızasını düşünmeksizin, şartlar ya da koşulları hiçbir suretle umursamadan, belki de gerçekten uğursuz bir saatte, 1 Eylül 1651 tarihinde Londra’ya doğru harekete geçen gemiye bindim. Herhâlde hiçbir genç maceracının başına, benim başıma gelen talihsizlikler gelmemiş ya da bu talihsizlikler benimki kadar uzun sürmemiştir. Gemi, henüz Humber limanından hareket etmişti ki, rüzgâr tüm gücüyle esmeye ve deniz korkunç dalgalarla yükselmeye başladı; daha önce hiç deniz yolculuğu yapmadığımdan tüm bedenim ifade edemeyeceğim kadar rahatsızlanmış ve aklımı kaçırmama yetecek kadar dehşete düşmüştüm. Ciddi anlamda yaptıklarımdan ve babamı habersiz bırakarak evden kaçmış olmamdan dolayı Tanrı’nın beni cezalandırdığını düşünmeye başlamıştım. Ailemin vermeye çalıştığı tüm güzel nasihatler, babamın gözyaşları ve annemin beni bu girişimden vazgeçirmek için yalvarmaları birer birer gözlerimin önünden geçiyordu; o zamanlar henüz şimdiki gibi nasırlaşmamış olan vicdanım, Tanrı’ya ve babama karşı işlemiş olduğum suçun ağırlığıyla eziliyordu.
Ben bütün bu düşüncelerle kıvranırken fırtına da gittikçe şiddetleniyordu, o zamana kadar üzerinde hiç yolculuk yapmadığım ve birkaç gün sonra farklı bir yüzünü görme olanağı bulacağım deniz, şimdi giderek büyüyen dalgalarla çalkalanıyordu; benim gibi acemi bir denizci için bu çalkalanma bile mahvolmama yetiyordu. Her kabaran dalganın bizi yutacağını düşünüyor, dalgalar her seferinde geminin tepesinden düştüğünde ortadan ikiye yarılacağını, deniz yüzeyine her çarpışımızda bu karanlık denizin içine gömüleceğimizi ve bir daha yukarı çıkamayacağımızı sanıyordum. Dehşete düşmüş hâlde Tanrı’ya sadece bu seferlik hayatımı bağışlaması için yalvarıyor, kuru toprağa adım atar atmaz doğrudan babamın yanına gideceğimi, bir daha asla bir gemiye ayak basmayacağımı, annemin ve babamın sözünden dışarı çıkmayacağımı haykırarak yeminler ediyordum. Babamın orta hâlli bir yaşam konusundaki gözlemleri hakkında ne kadar haklı olduğunu, bu zamana kadar ne kadar kolay ve rahat bir yaşam sürdüğünü, ne denizlerde böylesi dehşet verici bir fırtınayla ne de yaşamış olduğum tüm bu sorunlarla hiç karşılaşmamış olduğunu tüm çıplaklığıyla görebiliyordum. Aklımda sadece tek bir düşünce vardı, sadece tek bir dileğim vardı hayırsız bir evlat olarak tövbe etmek ve evime, babamın yanına dönmek istiyordum.
Yaşamış olduğum korkunun etkisiyle aklımın başıma gelmesi ve böyle bilgece düşüncelere kapılışım fırtına devam ederken ve fırtınanın ardından bir süre daha sürdü, ancak ertesi gün rüzgâr hafifleyip deniz sakinleştiğinde kendimi biraz olsun toparlayabilmiş ve fikirlerim değişmeye başlamıştı. Bununla birlikte, deniz tutmasından dolayı gün boyunca tıpkı ağır bir hasta gibi etrafta bitkin hâlde dolaştım, ancak geceye doğru hava iyice düzelmiş, rüzgâr tamamen kesilmiş ve süt liman olmuş denizin üzerine büyüleyici bir akşam çökmüştü; ertesi gün güneş tüm ihtişamıyla doğmuş, hafif bir meltem esintisi eşliğinde denizin üzerinde parlıyordu. Karşımda bugüne kadar görmüş olduğum en keyifli, en muazzam manzara duruyordu.
O gece gayet iyi uyudum ve deniz tutmasını da atlatmış, çok neşelenmiş, bir gün önce köpüren, korkunç dalgalarıyla bizi çalkalayan denizin birden bire böylesine sakin, böylesine güzel bir görünüme sahip olması karşısında hayrete düşmüştüm. Ve tam bu sırada, ben hâlâ eve dönme planları yapmayı sürdürürken evden kaçmam için beni ayartan arkadaşım yanıma geldi, “ Eh, Bob!” dedi omzuma vurarak. “Fırtınadan sonra nasılsın? Geceki bir ağız dolusu rüzgârdan korktuğuna kesinlikle eminim.”
“Bir ağız dolusu rüzgâr mı?” dedim şaşkınlıkla. “Korkunç bir fırtınaydı.”
“Bence, sen hiç fırtına görmemişsin.” diye karşılık verdi arkadaşım, alaycı bir tavırla. “Sen buna fırtına mı diyorsun? Bu hiçbir şeydi, bize güzel bir gemi ve açık bir deniz ver, gör bak fırtınalar nasıl rahatça aşılıyor ama sen acemi bir tatlı su gemicisisin, Bob. Gel, birer bardak punç içelim ve olan biteni unutalım; hava şimdi ne kadar büyüleyici değil mi?”
Hikâyemin bu üzücü bölümüne kısaca değinmek adına, tüm denizcilerin geçmiş oldukları yoldan ben de geçmiştim diyebilirim; punç hazırlanmış ve ben de sarhoş olana kadar içmiştim ve o uğursuz gecenin içinde, sarhoşluğun vermiş olduğu cesaretle, tüm pişmanlıklarımı, geçmişe dair tüm düşüncelerimi, gelecekle ilgili kararlarımı vicdanıma gömmüştüm. Kısacası, büyük dalgalar yok olup, deniz çarşaf gibi dümdüz hâle geldiğinde, fırtına tamamen dindiğinde aynı değişim duygularımı da etkilemiş, bir anda yaşadığım dehşetten dolayı kabaran korkularım dinmiş, vermiş olduğum tüm sözler ve yeminler