Bir Delikanlının Hikâyesi. Гюстав ФлоберЧитать онлайн книгу.
bunları bir keşifte bulunmuş, kazanılmış bir şeymiş gibi işitmekten zevk duyuyordu.
Kadına Endülüslülük, belki de melezlik kondurmuştu; bu zenci kadını adalardan gelirken mi getirmişti?
Bu sırada, sırtındaki mor çizgili uzun şal geminin bakır kaplaması üstüne kaymıştı. Kim bilir denizde, rutubetli akşamlarda uyumak için bu şala kaç kere sarınıp ayaklarını örtmüştü? Ama şal saçlarından akıp yavaş yavaş kayıyordu, neredeyse suya düşecekti. Frédéric bir sıçrayışta şalı yakaladı. Kadın “Teşekkür ederim, efendim.” dedi.
Göz göze geldiler. Merdiven başında görünen Bay Arnoux “Karıcığım, hazır mısın?” diye bağırdı.
Matmazel Marthe, babasına doğru koştu, boynuna sarılıp bıyıklarını çekti. Harp çalındığını duyunca nasıl çalındığını görmek istedi. Biraz sonra zenci kadın tarafından getirilen çalgıcı, birinci kamaraya girdi. Arnoux evvelce modellik eden bu adamı tanıdı, onunla senli benli konuştu, oradakilerin hepsi buna şaştı. Sonunda, çalgıcı uzun saçlarını omzuna attı, kollarını uzattı, çalmaya başladı.
Bir Doğu romansıydı çaldığı; içinde hançerlerin, çiçeklerin, yıldızların sözü geçen bir romans… Üstü başı partal adam, bu romansı dokunaklı bir sesle söylüyordu; makinenin gürültüleri yanlış tempo ile söylenen melodiyi bastırdıkça çalgıcı daha kuvvetli çalıyordu. Teller inliyordu, madenî sesler sanki hıçkırıyor, kibirli ve yenilmiş bir aşkın ezgisini yırlıyor gibiydi. Nehrin iki kıyısındaki korular sulara kadar eğiliyordu, bir serinlik gelip geçti, Madam Arnoux dalgın dalgın uzaklara bakıyordu. Müzik bitince bir rüyadan sıyrılıyormuş gibi birkaç kere gözlerini kırpıştırdı.
Harp çalan adam ezilip büzülerek bunlara yaklaştı. Arnoux kapalı olan avucunu kaskete doğru uzattı, sıkılarak açıp bir altın lira attı. Kadının karşısında bu sadakayı vermeye kendisini zorlayan benbenlik1 değil, belki âdeta dinî duygu ile karışık bir hayır işlemek düşüncesiydi.
Arnoux, Frédéric’e yol vererek aşağı inmeye onu dostça zorladı. Delikanlı biraz önce yemek yediğini söyledi; aksine açlıktan ölüyordu ve cebinde beş parası yoktu.
Sonra, herkes gibi, kendisinin de salonda oturmaya hakkı olduğunu düşündü.
Yuvarlak masalara burjuvalar oturmuş, yemek yiyorlardı. Bir garson da hizmet ediyordu. Mösyö ve Madam Arnoux da sağda, dipte bir yere oturmuşlardı. Frédéric uzun, kadife bir kanepeye oturdu; orada duran bir gazeteyi eline aldı.
Karı koca Montereau’da inip Chalon’a giden posta arabasına bineceklermiş. İsviçre’deki gezileri bir ay sürecekmiş. Madam Arnoux, çocuğuna yüz verdiği için kocasına çıkıştı. Kocası kulağına eğilip tatlı sözler fısıldamış olacak ki kadın gülümsedi. Sonra Arnoux arkasındaki pencerenin perdesini çekmek için yerinden kalktı.
Alçak ve bembeyaz olan tavandan etrafa çiğ bir ışık saçılıyordu. Frédéric karşıdan onun kirpiklerinin gölgesini fark ediyordu. Kadın bardağında dudaklarını ıslatıyor, parmakları ile küçük bir ekmek kabuğunu koparıyor, bileğine bağlı altın zincirin ucundaki nazar boncuğu ara sıra tabağa değip ses çıkarıyordu. Oysa orada bulunanlar bunu hiç fark etmemiş görünüyorlardı.
Yuvarlak pencerelerden bazen, gemiden yolcu almak veya gemiye yolcu vermek için yanaşmış bir sandalın kayıp gittiği görülüyordu. Masa başında oturanlar pencerelerden eğilip bakıyor, kıyıda görülen yerlerin adlarını söylüyorlardı.
Arnoux geminin yemeklerini beğenmemişti, hesap gelince avaz avaz bağırdı, tenzilat yaptırdı. Sonra sıcak bir şey içmek için delikanlıyı geminin burnuna götürdü. Ama Frédéric biraz sonra tentenin altına döndü. Madam Arnoux da oraya gelmişti. Kurşuni kaplı ince bir kitap okuyordu. Ağzının iki ucu ara sıra kalkıyor, alnı bir zevk parıltısıyla aydınlanıyordu. Kadının pek ilgilenmiş göründüğü bu şeyleri yazanı kıskandı. Frédéric onu seyrettikçe ikisi arasında uçurumlar açıldığını anlıyordu. Hiçbir şey konuşmadan, hatta hiçbir hatıra bile bırakmadan biraz sonra bu kadından çaresiz ayrılmak zorunda kalacağını düşünüyordu!
Sağda bir ova uzanıyordu; solda da bir tepeye tatlı tatlı kavuşan bir otlak… Bu tepede bağlar, ceviz ağaçları, yeşillikler ortasında bir değirmen görünüyordu, ilerisinde de ufka dayanan beyaz kayalığın üstünde zikzaklar yapan dar yollar.. Beline sarılıp elbisesinin etekleri sararmış yaprakları süpürürken, parıldayan gözlerine bakarak, sesini dinleyerek onunla yan yana yamaçlara tırmanmak ne mutluluktu! Bakarsın gemi duruverir, ayaklarını attılar mı karadadırlar; yine de öyleyken, bu o kadar basit şey güneşi yerinden oynatmaktan daha zordu!
Biraz daha uzakta sivri çatılı, dört köşe kulecikleri olan bir şato göründü. Önünde çiçek tarhları uzanıyordu; karanlık kümbetler gibi, ulu ıhlamur ağaçları arasına gömülen yollar… Gürgen fidanlarının kıyısından geçtiğini gözünün önüne getirdi. Tam bu sırada, kapı önünde, tahtadan portakal fidanı saksıları arasında genç bir hanımla bir delikanlı göründü. Sonra hepsi gözden silindi.
Küçük kız, Frédéric’in etrafında oynuyordu. Çocuğu öpmek istedi. O, dadısının arkasına saklandı. Annesi, şalını kurtaran baya karşı nazik davranmadığından ötürü kızını azarladı. Bu bir konuşma fırsatı aramak mıydı yoksa?
Nihayet dayanamayıp benimle konuşacak mı? diye kendi kendine sormuştu.
Pek az vakti kalmıştı. Arnoux’nun evine kendisini nasıl davet ettirmeli? Oysa sonbaharın rengine dikkatini çekmekten başka ona söyleyecek bir şey bulamadı, ardından da “Neredeyse kış geldi, balolar ve ziyafetler mevsimi başlayacak!” diye ekledi.
Ama Arnoux eşyalarıyla uğraşıyordu. Surville kıyısı göründü, iki köprüye yaklaşıyorlardı; bir iplik fabrikasını, sonra da sıra sıra alçak evleri geçtiler; evlerin altında katran kazanları kurulmuş, ateşler yakılmıştı. Çocuklarsa kumlarda çember çevirerek koşuyorlardı. Frédéric sırtında uzun kollu yeleği olan birini tanıdı. “Haydi, çabuk gel!” diye ona bağırdı.
Varmışlardı. Frédéric yolcu kalabalığı arasında Arnoux’yu zor buldu, berikisi elini sıkarken “Güle güle, sevgili bay!” diye karşılık verdi.
Rıhtıma inince Frédéric dönüp baktı. Kadın dümenin yanında ayakta duruyordu. Delikanlı bütün ruhunu bakışlarında toplayan bir bakışla baktı; kadın, sanki Frédéric hiçbir şey yapmamış gibi, hiç istifini bozmadı. Sonra delikanlı, uşağının selamlarına hiç kulak asmadan “Neden arabayı buraya kadar getirmedin?” dedi.
Adamcağız özür dilemişti.
“Ne beceriksiz şeysin! Haydi, bana para ver!”
Parayı alınca hanın birinde yemek yemeye gitti.
Bir çeyrek saat sonra posta arabalarının bulunduğu avluya, sanki rastgele girmiş gibi girmek geldi içinden. Onu belki yine görür diye!
“Göreceğim de ne olacak?” dedi kendi kendine.
Paytona bindi, yola çıktılar. Atların ikisi de annesinin değilmiş. Kendi atlarının yanına koşmak için Tahsildar Bay Chambrion’dan atını istemiş. Dün yola çıkan Isidore akşama kadar Bray’de dinlenmiş, geceyi Montereau’da geçirmiş. İyice dinlenmiş olan hayvanlar onun için böyle hızlı, tırıs gidiyorlarmış.
Biçilmiş tarlalar göz alabildiğine uzanıyordu. Yolun iki tarafı da ağaçlıktı, ara sıra çakıl taşı yığınlarına rastlanıyordu. Yavaş yavaş Villeneuve-Saint-Georges,
1
Benbenlik: Kendini beğenme, övme, kibir. (e.n.)