Küçük Prenses. Фрэнсис Элиза Ходжсон БёрнеттЧитать онлайн книгу.
“Bugüne kadar öğrenmediysen derhâl başlamalısın. Fransızca öğretmenimiz Mösyö Dufarge birazdan burada olur. O gelene kadar şu kitaba bir göz gezdir.”
Sara’nın yanakları alev alev oldu. Yerine geçip kitabı açtı. Ciddi bir ifadeyle ilk sayfayı inceledi. Gülümsemenin kaba kaçacağını biliyordu ve asla kabalaşmak istemiyordu. Fakat kendisinden “le pere” kelimesinin “baba” ve “la mere” kelimesinin “anne” demek olduğunu öğreten bir kitabı okumasının beklenmesi ona çok tuhaf geldi.
Bayan Minchin ona soran gözlerle baktı.
“Şaşırmış görünüyorsun Sara.” dedi. “Fransızca öğrenme fikrinden hoşlanmamana üzüldüm.”
“Fransızcayı çok severim.” diye cevapladı Sara, durumu yeniden toparlamaya çalışarak. “Fakat…”
“Sana yapılması söylenen şeylerle ilgili konuşurken ‘fakat’ kelimesini kullanamazsın!” dedi Bayan Minchin. “Sen kitabına bakmaya devam et!”
Sara söyleneni yaptı ve gülümsemedi; hatta “le fils” kelimesinin “oğul” ve “le frere” kelimesinin “erkek kardeş” anlamına geldiğini görünce bile gülümsemedi.
“Mösyö Dufarge gelince derdimi anlatabilirim.” diye düşündü.
Kısa bir süre sonra Mösyö Dufarge geldi. Çok hoş, zeki, orta yaşlı bir Fransız’dı; elindeki kelime kitabına odaklanmış gibi görünmeye çalışan Sara’yı görünce kız, ilgisini çekti.
“Bu benim yeni öğrencim mi madam?” dedi Bayan Minchin’e. “Umarım şansım yaver gider.”
“Babası -Yüzbaşı Crewe- Fransızca öğrenmesini çok istiyor. Fakat korkarım ki kızın bu dile karşı çocukça bir ön yargısı var. Öğrenmeye niyeti yok gibi.” dedi Bayan Minchin.
Mösyö Dufarge “Buna çok üzüldüm matmazel.” dedi Sara’ya kibarca. “Belki de birlikte çalışmaya başlayınca sana bunun çok çekici bir dil olduğunu gösterebilirim.”
Küçük Sara ayağa kalktı. Sanki bir yüz karasıymış gibi kendini çok çaresiz hissetmeye başladı. Mösyö Dufarge’ın yüzüne, kocaman yeşil-gri gözleriyle, masumane bir şekilde yalvarırcasına baktı. Onunla konuşur konuşmaz kendisini anlayacağını biliyordu. Durumu tatlı ve akıcı bir Fransızcayla basitçe anlatmaya başladı. Madam kendisini anlamamıştı. Fransızcayı kitaplardan değil, onunla sürekli Fransızca konuşan babasından ve diğer insanlardan öğrenmişti. Bu yüzden Fransızcayı da İngilizce okuyup yazabildiği kadar okuyup yazabiliyordu. Babası Fransızcayı sevdiği için o da seviyordu. O doğduğunda ölen sevgili anneciği Fransız’dı. Mösyönün kendisine öğreteceği her şeyi seve seve öğrenirdi; madama anlatmaya çalıştığı şey, bu kitapta yazan kelimeleri zaten bildiğiydi. Bunu söylerken küçük kelime kitabını kaldırıp gösterdi.
Sara konuşmaya başlayınca Bayan Minchin fena hâlde afalladı ve gözlüklerinin üzerinden, âdeta kızgın bir hâlde, o konuşmasını bitirene kadar, gözlerini ona dikti. Mösyö Dufarge memnuniyetten gülümsemeye başladı. Sara’nın tatlı, çocuk sesiyle kendi dilini bu kadar sade ve etkileyici konuşuyor olması ona kendini -Londra’nın karanlık, sisli günlerinde bazen dünyalar kadar uzakmış gibi gelen-memleketinde gibi hissettirdi. Sara konuşmasını bitirince mösyö sevgi dolu bir bakışla elinden kelime kitabını aldı. Bayan Minchin’e döndü.
“Ah, madam!” dedi. “Ona öğretebileceğim pek bir şey yok. O Fransızcayı ÖĞRENMEMİŞ, o zaten Fransız. Müthiş bir aksanı var.”
“Bana söylemeliydin!” diye çıkıştı Bayan Minchin bozulmuş bir hâlde Sara’ya dönerek.
“Ben… ben…” dedi Sara, “sanırım anlatmaya doğru yerden başlamadım.”
Bayan Minchin onun anlatmaya çalıştığını ve anlatmasına müsaade edilmemesinin onun hatası olmadığını biliyordu. Diğer öğrencilerin onları dinlediklerini, Lavinia ve Jessie’nin Fransızca dil bilgisi kitaplarının arkasından kikirdeştiklerini fark edince küplere bindi.
“Sessizlik, küçük hanımlar!” dedi sertçe, masaya vurarak. “Hemen susun!”
O andan itibaren gözde öğrencisine kin beslemeye başladı.
3
ERMENGARDE
Sara, o ilk sabah, Bayan Minchin’in yanında otururken ve tüm sınıfın kendisini meraklı meraklı izlerken, kendi yaşlarındaki, ona oldukça donuk, açık mavi bir çift gözle bakan küçük bir kızı fark etti. Hiç de akıllı görünmeyen tombul bir çocuktu fakat iyi huylu olduğunu delalet eden hafifçe bükülü dudakları vardı. Lepiska saçları kalın saç örgüsü yapılmış, kurdeleyle bağlanmıştı. Atkuyruğunu boynuna dolamış, kurdelenin ucunu kemiriyor; dirseklerini sıraya dayamış, yeni gelen öğrenciye meraklı gözlerle bakıyordu. Mösyö Dufarge Sara ile konuşmaya başlayınca biraz korkmuş gibi göründü. Sara öne doğru adım atıp ona masum, güzel gözlerle bakarak, hiç duraklamadan Fransızca cevap verince, tombul küçük kız irkilerek sıçramış ve şaşkınlıktan kıpkırmızı kesilmişti. “La mere” kelimesinin “anne” ve “le pere” kelimesinin “baba” anlamına geldiğini hatırlamak için haftalarca umutsuzlukla ter döktükten sonra, kendi yaşındaki bir çocuğun, bu kelimelere aşina olmakla kalmayıp daha da fazlasını bildiğini ve onları çocuk oyuncağıymış rahatça fiillerle kullanabildiğini görmek onu hayrete düşürmüştü.
Sara’ya o kadar dikkatli bakıyor ve saç örgüsündeki kurdeleyi o kadar hızlı kemiriyordu ki, tam bu sırada son derece aksi olan Bayan Minchin’in dikkatini çekti; kadın birden kızın üstüne atıldı.
“Bayan St. John!” diye bağırdı sertçe. “Bu hâl hareket nedir böyle? Çek dirseklerini! Çıkar ağzından kurdeleyi! Dik otur!”
Bunun üzerine Bayan St. John, tekrar yerinden sıçradı ve Lavinia ile Jessie kıkırdayınca iyice kızardı; o kadar kızardı ki neredeyse zavallı, donuk, çocuksu gözlerinden yaşlar boşalacaktı. Sara bunu görünce onun için çok üzüldü ve onu sevmeye başladı; onunla arkadaş olmak istedi. Biri huzursuz veya mutsuz edildiyse hemen müdahale etmek gibi bir huyu vardı.
“Sara erkek olsa ve birkaç yüzyıl önce yaşasaydı…” derdi babası, “kılıcını kuşanıp ülkeyi bir uçtan diğer uca gezer ve zor durumdaki herkesi koruyup kollardı. Daima sıkıntıda olan insanlara yardım etmek istiyor.”
Bu yüzden tombul ve yavaş olan küçük Bayan St. John’a kanı kaynadı, tüm sabah gözünü ondan alamadı. Derslerin onun için pek kolay olmadığını gözlemledi; yine de onun için gözde öğrenci muamelesi görerek öne çıkarılması tehlikesi bulunmuyordu. Fransızcası içler acısıydı. Telaffuzu Mösyö Dufarge’ı bile ister istemez gülümsetiyordu. Lavinia, Jessie ve Fransızca konusunda daha şanslı kızlar ya gülüşüyorlar ya da ona küçümseyen gözlerle bakıyorlardı. Ama Sara gülmedi. Bayan St. John “le bon pain”e, “lee bong pang” deyince duymazdan gelmeye çalıştı. Sara’nın tatlı, sıcak bir tabiatı vardı; kıkırdaşmaları duyunca ve kızın zavallı, şaşkın ve sıkıntılı suratını görünce çileden çıktı.
“Hiç de komik değil!” dedi dişlerinin arasından, kitabının üzerine eğilip. “Gülecek bir şey yok!”
Dersler bitip öğrenciler gruplaşarak kendi aralarında konuşmaya başlayınca Sara’nın gözleri Bayan St. John’u aradı ve onu acıklı bir hâlde pencere kenarındaki koltukta otururken buldu. Yanına gidip onunla konuştu. Yakınlık kurmak için küçük kızların her zaman birbirlerine söyledikleri şeyleri söyledi; fakat Sara dost canlısıydı ve insanlar bunu her zaman