Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель ПрустЧитать онлайн книгу.
de Guermantes’la ilgisi olmayan yeni sebepler bulmama yol açıyordu; Mme. de Guermantes olmasaydı da zaten her sabah aynı saatte yürüyüşe çıkıyor olma fikrine kolayca ikna olmuştum.
Ne yazık ki, kendisinden başka biriyle karşılaşmamın benim için hiçbir önem arz etmemesine rağmen, Mme.de Guermantes’ın benim dışında dünyadaki herhangi biriyle karşılaşsa tahammül edebileceğini hissediyordum. Sabah yürüyüşlerinde, kendisinin de böyle gördüğü birçok aptalın selamlarına maruz kalıyordu. Ama onların yolda karşısına çıkması herhangi bir zevkin habercisi olmasa bile, her nasılsa bir rastlantının sonucu olarak görüyordu. Zaman zaman onları durdururdu; insanın kendinden kaçmaya, ne kadar mütevazı ve yalın olursa olsun, yabancı bir ruh olması şartıyla başka bir insanın ruhunun sunduğu misafirperverliğe konuk olmaya ihtiyaç duyduğu anlar vardır; oysa benim kalbimde bulacağı şey yine kendisinin olacağını bildiğinden sinirleniyordu. Bu nedenle, onunla aynı yolda yürürken onu görme arzumdan başka bir sebebim olsa bile, yanından geçerken suç işlemiş bir adam gibi titriyordum; bazen de, abartılı göründüğünü düşündüğüm davranışları telafi etmek amacıyla başıyla verdiği selama belli belirsiz bir karşılık verir ya da şapkamın önünü hafifçe indirmeden sadece gözlerimi dikip bakar ve onu her zamankinden daha fazla sinirlendirmeyi, hatta beni küstah ve terbiyesiz düşünmesine neden olacak sebepleri vermeyi başarırdım.
Artık daha hafif, en olmadı daha açık renkte kıyafetler giyiyor ve eski aristokrat malikânelerin devasa cepheleri arasına sıkışmış dar dükkânların önündeki stantlarda meyve, tereyağı ve sebze satan tezgâhtarları güneşten koruyan, bahar gelmiş gibi şimdiden açılmış tentelerin olduğu sokaktan aşağı doğru süzülüyordu. Uzaktan görebildiğim kadarıyla yürüyüşünü, güneşten korunmak için şemsiyesini açışını, karşıdan karşıya geçişini seyrettiğim bu kadının, en yetkili kişilerin görüşüne göre, bu hareketleri yapma ve bunları mükemmel bir zarafetle icra etme sanatının yaşayan en büyük temsilcisi olduğunu söyledim kendi kendime. Bu arada bana doğru ilerliyordu; bu yaygın şöhretin bilincinde olmadan, ince ve bunların hiçbirini benimsememiş inatçı bedeni, eflatun rengi bir fuların altında dimdik duruyordu; berrak, kasvet dolu gözleri dalgınlıkla önüne bakıyor, belki de bana bakıyordu; bir yandan da dudağını ısırıyordu; manşonunu33 düzeltişi, yolun kenarında duran bir dilenciye sadaka verişi, seyyar çiçekçiden bir demet menekşe alışını ünlü bir ressamın fırça darbelerini seyrederkenki hissettiğim hayranlıkla izliyordum. Bana kadar ulaştığında, bazen hafif bir gülümsemeyle birlikte bana selam verdiğinde, sanki benim için renkli bir eskiz çalışması, bir şaheser çizmiş de bana ithaf etmiş gibi gelirdi. Elbiselerinin her biri bana, ruhunun belirli bir açıdan yansıması gibi doğal, zorunlu bir ortam gibi görünüyordu. Büyük Perhiz’in olduğu günlerden birinde onunla karşılaştığımda, öğle yemeği için dışarı çıkarken boğazı hafifçe kesilmiş parlak kırmızı kadifeden bir cübbe giyiyordu. Mme. de Guermantes’ın yüzü sarı saçlarının altında hayal meyal belli oluyordu. Her zaman olduğum kadar hüzünlü değildim; çünkü yüz ifadesinin melankoliği, elbisesinin korkunç renginin kendisiyle dünyanın geri kalanı arasına çektiği perde, onu bir şekilde yalnız ve mutsuz gösteriyordu ve bu beni rahatlatıyordu. Cübbe, onda daha önceden görmediğim ve belki de teselli edebileceğim bir kalbin yaydığı al rengi ışınlarının, etrafında cisimleşmiş hâli gibiydi; hafifçe kıvrılan kıyafetin mistik ışığı içinde korunmasıyla bana, Hristiyanlığın ilk dönemlerindeki bir azizeyi hatırlatıyordu. Daha sonra bu kutsal şehidi üzmekten utandım. “Aman, sonuçta sokaklar herkese açık.”
Sokaklar herkese açıktır diye hatırlatıp durdum kendime, kelimelere farklı bir anlam yüklüyor, hem gerçekten de sık sık yağmurla ıslatarak güzel ve değerli kıldığı, eski İtalyan kasabalarındaki caddeleri anımsatan bu caddeye hem de Guermantes Düşesi’nin kendi gizli yaşamının dünyevi anlarını umumi hayata kattığı, en büyük sanat eserlerinin karşılıksız görkemliliğiyle kendisini yoldan geçen herkese ve muhtelif kişilere göstermesine hayran oluyordum. Bütün gece uyanık kaldıktan sonra sabahleyin dışarı çıktığım için, annemle babam öğleden sonralarında biraz uzanıp kestirmemi söylüyorlardı. Bir insanın uykuya ulaşması için çok fazla çaba sarf etmesine gerek yoktur ancak bu konuda alışkanlıklar iyi iş görür, hatta düşüncelerden kurtulmak konusunda bile. Oysa öğleden sonlarında bunların ikisi de benim için mümkün değildi. Uyumadan önce, uyuyamayacağımı düşünmeye o kadar çok zaman ayırıyordum ki, uyuduktan sonra bile düşüncelerimin bir kısmı kalıyordu. Düşünceler neredeyse zifirî karanlıkta bir parıltıdan başka bir şey değildi ama uykuma önce uyuyamadığım fikrini daha sonra da bu yansımanın bir yansımasını, uyurken de uyuyamadığım zamanki düşünceleri yansıtacak kadar da parlaktı; ardından biraz daha kırılarak, odama gelen arkadaşlarıma, bir dakika önce uyurken, uykuda olmadığımı sandığımı anlatmaya çalışırken yeni bir uykuya uyanışımı yansıtıyordu. Bu gölgeler neredeyse hiç ayırt edilemiyordu; hepsini kavramak için çok hassas -bir o kadar da beyhude- bir algı hassasiyeti gerekiyordu. Benzer şekilde, daha sonraki yıllarda Venedik’te, güneş battıktan çok sonra, hava oldukça karanlık göründüğünde, sanki optik bir pedala basılmış gibi kanalların yüzeyinde sonsuza kadar tutulan son bir ışık notasının belli belirsiz ahengi sayesinde, sarayların yansıması, suların alaca karanlık griliği üzerinde koyu bir kadife misali gözler önüne seriliyordu. Rüyalarımdan biri, hayal gücümün uyanık olduğu saatlerde, etrafı denizlerle çevrilmiş, Orta Çağ zamanından kalma belirli bir mekânı tasvir etmeye çalışmasının bir senteziydi. Uykumda denizin durulmuş dalgaları arasından yükselen boyalı pencereleri olan Gotik bir kaleyi gördüm. Denizin bir kolu kasabayı ikiye bölüyordu; yeşil sular ayaklarıma kadar uzanıyordu; karşı kıyıdaysa Doğu Ortodoks Kilisesi’ni ve ardındaki on dördüncü yüzyıldan beri varlığını sürdüren evleri yıkıyordu; onlara doğru gitmek, zamanın akışında hareket etmek gibi olurdu. Doğanın sanattan öğrendiği, denizin Gotikleştiği, ulaşmayı arzuladığım, imkânsıza ulaştığıma inandığım bu rüyayı ilk defa görüyormuş hissine kapılmamıştım. Ancak uykumuzda hayal ettiğimiz şeylerin bir özelliği de geçmişte çoğalmasıdır; yeni olsa bile bize oldukça aşina gelmesinden dolayı yanıldığımı düşünüyordum. Amma velakin, bu rüyayı sık sık gördüğümü fark ettim.
Uykuya mahsus kısıtlamalar bile benim uykuma yansıyordu ama sembolik bir şekilde: Karanlıkta, odada bulunan arkadaşlarımın yüzlerini seçemezdim; çünkü gözlerimiz kapalı uyuruz. Rüyamdayken kendi başıma sonsuz argümanlar üretmeye devam edebilen ben, bu arkadaşlarla konuşmaya çalıştığım anda kelimelerin boğazımda tıkalı kaldığını hissederdim; çünkü uykumuzda belirgin bir şekilde konuşamayız; onların yanına gitmek istedim; ancak uzuvlarımı hareket ettiremedim çünkü uyurken yürüyemeyiz; sonra aniden onlar tarafından görülmekten utanç duydum çünkü kıyafetler olmadan uyuruz. Uykumun yansıttığı, gözleri kör, dudakları mühürlenmiş, uzuvları hareketsiz, vücudu çıplak uyku figürüm, Swann’ın bana verdiği (Giotto’nun, hasetliği ağzında bir yılanla tasvir ettiği) resimlerdeki o mükemmel alegorik figürlerin görüntüsünü andırıyordu.
Saint-Loup sadece birkaç saatliğine Paris’e geldi. Yengesine benden söz etme fırsatı bulamadığına dair beni temin ediyordu. “Oriane hiç de kibar değil, hem de hiç.” diye açıklama yaparak kendisini safça ele veriyordu. “Benim biricik Oriane’ımdan artık eser yoktu; değiştirmişler onu. Seni temin ederim ki onun için kafa patlatmanıza değmez. Ona değerinden fazla methiyeler düzüyorsun. Yengem Poictiers ile tanışmak istemez misin?” diyerek devam etti, bu sözlerinin bende en ufak bir his uyandırmayacağını bilmeden. “O oldukça zeki bir genç kadındır, onu çok seversin. Evli olduğu kuzenim, Poictiers Dükü iyi bir adamdır; fakat onun
33
Elleri soğuktan korumak için kullanılan, her elin bir yanından sokulduğu, boru biçiminde, içi astarlı kürk. (ç.n.)