Kızıl Damga. Натаниель ГоторнЧитать онлайн книгу.
neredeyse hiçbir mimari güzelliği olmayan ahşap evlerle kaplı düz, renksiz ve değişmeyen yüzeye sahip; ne etkileyici ne de tuhaf ama sadece uysal bir düzensizliği vardı. Yarımadanın neredeyse tamamı boyunca uzanan, bir ucunda Gallows Tepesi ve Yeni Gine’nin15 bulunduğu, diğer ucunda ise bakım evinin göründüğü uzun ve fazlasıyla tenha bir caddeye sahip olan kasabamın bu özelliklerine rağmen, ona karşı duyduğum bu bağlılık ancak düzensiz bir dama tahtasına duyabileceğim bağlılık kadar makul olabilirdi. Ve yine de başka yerlerde daha mutlu yaşamış olmama rağmen, içten içe bu sevgili, yaşlı Salem’e karşı bundan çok daha iyi bir kelime bulamadığım için, neredeyse şefkat diyebileceğim bir duygu beslediğimi söyleyebilirim. Bu duygularım, muhtemelen ailemin bu topraklara salmış olduğu derin ve sağlam köklerinden kaynaklanıyor olabilirdi. Soyadımı taşıyan en eski göçmenlerden olan ilk Britanyalının, o zamandan bu yana bir şehir hâline gelen bu vahşi ve ormanlarla kaplı yerleşim alanında ortaya çıkmasının üzerinden neredeyse iki tam ve bir çeyrek yüzyıl geçmişti. Ve onun torunları burada doğmuş, burada ölmüş ve dünyevi bedenleri burada toprağa karışmıştı; bu durum ancak benim naçiz bedenim de bir süreliğine de olsa sokaklarında yürüyeceğim bu topraklar üzerinde tamamen kaybolana kadar devam edecekti. Kısacası, bu bahsettiğim durum sadece toprağın toprağa karışacak olmasından kaynaklı olarak hissedilen duygusal bağlılıktan başka bir şey değildi. Hissettiğim bu duyguların manasını ancak çok az sayıda vatandaşım anlayabilir aslında; belki de köklerinin yerini sürekli değiştirenler, aileleri hakkında daha faydalı olacağını düşündükleri için bunu öğrenmek dahi istemeyebilirlerdi.
Ancak bu duygu durumunun aynı şekilde manevi bir tarafı da vardı. Aile gelenekleri tarafından loş ve gölgeler içinde büyük bir ihtişamla ayakta duran atalarıma ait bu ilk figür, çocukluğuma dair hatırladığım ilk hayallerimin arasındaydı. Kasabanın şu anki görünüşünün içimde uyandırdığı aidiyet duygusu da işte bu yüzden geçmişe dair özlemlerimi canlandırıyordu. O zamanlar çok daha görkemli bir limana sahip olan bu toprakların sokaklarında dolaşan, elinde kılıcı ve İncil’i ile gelip buralarda büyük bir ün salan bu savaş ve barış adamından, bu güçlü yapılı, sakallı, samur pelerinli ve sivri şapkalı atamdan dolayı, burada yaşamak için kendimde çok daha güçlü, büyük bir hak iddia edebilirim gibi görünüyordu. O tam bir asker, yasa koyucu ve yargıçtı; kilisenin ileri gelenlerindendi; iyi ve kötü anlamda tüm Püriten özelliklerini karakterinde barındırıyordu. Aynı zamanda aşırı derece zalim bir adamdı da tarihte Quakersların da tanıklık ettikleri gibi, onların mezheplerine ait bir kadına karşı uygulamış olduğu şiddet uzun süre konuşulmuş, o dönemin halkı onun şiddet dolu eylemlerinden her zaman korkmuştu. Oğlu16 dahi zalimlik ruhunu babasından miras almıştı; cadıların infaz edilmesinde17 uyguladığı zulümler öylesine dikkat çekiciydi ki ellerinin onların kanıyla lekelendiği söyleniyorsa kimse haksız sayılmaz. Atalarımın arkalarında bıraktıkları leke öylesine derindir ki Charter Caddesi’nde gömülü olan tüm cadıların kemikleri şayet bugüne kadar toza dönüşmediyse bu leke kesinlikle hâlâ üzerlerinde duruyor olmalıdır! Atalarım yapmış oldukları zulümlerden dolayı daha sonra tövbe edip etmediklerini, bundan dolayı Tanrı’dan af dileyip dilemediklerini ya da öteki tarafta bu yaptıklarının vicdan azabı ve büyük yüküyle inleyip inlemediklerini bilmiyorum. Her ne olursa olsun, onların bugünkü temsilcileri olan ve bu satırları yazan ben, kendi adıma onların işlemiş oldukları günahlarından dolayı utanıyorum. Başkalarından duyduğum, uzun yıllar boyunca soyumun üzerine yapışıp kalmış kasvetli ve utanç verici koşulların bir lanet gibi soyumla birlikte devam ettiğine inandığım için, her gün Tanrı’ya atalarımın üzerine çekmiş olduğu laneti ortadan kaldırması için yalvarıyorum.
Yine de bu sert ve zalim Püritenlerden ikisi, etrafı yosun bağlamış yaşlı soyağacımızın en tepesinde bulunan atalarımın, üzerinden geçen uzun yılların ardından soylarında benim gibi avare bir dalın çıkmış olmasını, işledikleri günahların karşılığında verilmiş olabilecek en büyük ceza olarak göreceklerinden hiç şüphem yoktu. Bugüne kadar peşinden koştuğum hiçbir amacımı övgüye değer olarak kabul edeceklerini sanmıyordum; hatta ve hatta içsel olarak yaşadığım kısıtlı hayatımda etrafımı aydınlatacak kadar büyük bir başarı yakalayacak olsam dahi, belki bu başarımdan utanç duymayacak olsalar da tamamen değersiz olduğunu düşüneceklerinden hiç şüphem yoktu. “Ne yapar ki o?” diye mırıldanacaktı atalarımın gri hayaletlerinden biri, diğerine. “Bir hikâye kitabı yazarı! Nasıl bir iştir ki -Tanrı’yı yüceltme ya da onun gün ve kuşağında insanlığa hizmet edebilme tarzı- bu olabilir mi acaba? Bu yozlaşmış adam neden doğrudan bir dolandırıcı olmamış ki!” Atalarımın muhtemelen zamanın diğer ucundan bana göndermiş olacağı iltifatlar bunlar olabilirdi! Ancak yine de bırakın beni istedikleri gibi küçümsesinler, sonuç olarak doğalarının güçlü özellikleri aramızda kopmayacak tek ortak bağdır.
Kasabanın ilk doğduğu ve büyüdüğü dönemlerinde yaşamış olan bu iki ciddi ve enerjik adam tarafından atılan tohumlarımızın üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen, her zaman büyük saygı görmüş olan şerefli geçmişimiz, günümüze kadar hiçbir aile üyemiz tarafından lekelenmemiştir; ancak ilk iki kuşaktan sonra akılda kalıcı herhangi bir iş yapan ya da insanların hafızalarına kazınacak kadar büyük bir olaya sebebiyet verebilecek neredeyse hiçbir aile üyemiz de olmamıştır. Yavaş yavaş, zaman ilerledikçe sokakların orasında ya da burasında duran, yeni biriken topraklar yüzünden saçaklarının yarısına kadar gömülen eski evler gibi, atalarım da neredeyse gözden kaybolmuşlardır. Babadan oğula süregelen bir gelenek olarak yüz yıldan fazla süredir denizlere açılmışlardı. Her nesilde güvertesinden ayrılıp çiftliğine geri dönen ak saçlı bir kaptanın arkasından, on dört yaşındaki oğlunun kalıtsal olarak tuzlu sularla ve sayısız fırtınalarla boğuşmuş, büyükbabalarından miras kalan gemilerinin güvertesinde babalarından devraldığı kaptanlık görevini yerine getirdiği gözlemleniyordu. İşte bu çocuk da zaman içerisinde güvertede geçirdiği zorlu mücadelelerinin ardından, kaptanlık kamarasına geçerek fırtınalı bir erkeklik dönemi geçiriyor, dünyayı dolaşarak yolculuklarını tamamlayıp yaşlandıktan sonra da tıpkı ataları gibi, ölmek için küllerin küllere, toprağın toprağa karışacağı kendi topraklarına geri dönüyordu. Bir ailenin uzun yıllara dayanan geçmişinin olduğu, doğduğu ve öleceği belli bir yer arasındaki bağlantısı, onunla çevresindeki manzara ya da ahlaki koşulların cazibesini asla bozamayacağı bir bağ yaratır. Bu sevgi değil, tamamen bir içgüdüdür. Yeni bölge sakinleri, daha doğrusu kendisi, babası ya da büyükbabası yabancı bir ülkeden gelmiş ve buraya yerleşmiş birisinin kendisini Salemli olarak adlandırmaya hakkı yoktur; çünkü böyle birisi, tıpkı bir istiridyenin kayalara yapışması gibi, nesillerdir buraya tutunmuş olan, neredeyse üçüncü yüzyılını dolduran eski bir yerleşimcinin azim duygusundan yoksundur. Bu toprakların yerlisi olan birisi; eski ahşap evlerinden, çamurlu ve tozlu çevresinden, ölü toprağı serpilmiş gibi soğukluğundan, neşesiz ve soğuk doğu rüzgârından ve ondan çok daha soğuk olan sosyal ortamından asla yakınmaz; onun açısından tüm bunların, her ne olursa olsun gördüğü ya da hayal edebileceği hiçbir kusurun bir önemi yoktur. Bu kişi için doğduğu ve hayatını geçirdiği bu yer sanki dünyanın cennetten bir köşesiymiş gibi onu güçlü bir şekilde büyülemektedir. İşte bu yüzden, benim durumum da öyleydi. Salem’e yerleşmemin neredeyse kaderim olduğunu hissetmiştim; her yerli ailenin bir temsilcisi mezarına konduğunda, bir diğerinin ana caddelerde onun yerine dolaşma görevini devraldığı, bana tamamen aşina olan bu eski kasabamda ömrümün son günlerini yaşamak istiyorsam bunu yapmam gerekiyordu. Bununla birlikte, bu bahsettiğim duygu, sağlıksız
15
Gallows Hill, Salem büyücülük histerisi sırasında asılarak idamların gerçekleştirildiği yerdir. Yeni Gine, Güney Avrupa’dan gelen göçmenlerin ilk yerleştiği Salem’in bir parçasıdır.
16
John Hathorne: (1641-1717), Quakerlara zulmetmiştir.
17
150 kişinin hapsedildiği ve 20 kişinin infaz edildiği 1692 tarihli Salem Cadı Davaları.