Kızıl Damga. Натаниель ГоторнЧитать онлайн книгу.
neredeyse yetmiş beş yaşının sonuna gelmiş ve ruhunu karıştıran anılarının, girmiş olduğu savaşlarda dinlemiş olduğu savaş marşlarının bile acılarını hafifletemeyeceği hastalıkları yüzünden, artık vadesini doldurmuş olduğunu net bir şekilde hissettiği dünyevi hayatının son dönemlerini yaşıyordu. Zamanında en amansız savaş alanlarında, her zaman en önde yer almayı alışkanlık hâline getirmiş olan yaşlı adamın çevik ayaklarına felç inmişti. Gümrük Dairesine sadece bir hizmetçisinin yardımıyla ve bir eliyle demir korkulukları kavrayıp bütün ağırlığını korkuluklara vererek yavaş ve acı dolu adımlarla gelebiliyor, alışkın olduğu şöminenin yanındaki her zamanki yerine ulaşması bile büyük çabaların sonucunda mümkün olabiliyordu. Kâğıtların hışırtısı, yemin törenleri, işlere dair tartışmalar ve ofisin gündelik karmaşası arasında; tüm sesler ve etrafındaki koşulları sanki duyularına belli belirsiz etki ediyormuşçasına kabullenip orada öylece oturur ve gelen giden insanları belli bir huzurla, boş gözlerle izlerdi. Oradaki sessiz mevcudiyetinin görüntüsü iyiliksever ve yumuşak başlıydı. Eğer birileri ondan bilgi isteyecek olsa içinde hâlâ parlayan bir ışık olduğunu ve bu ışığı dışarıya iletmesinde tek engel olan entelektüel zekâ lambasının zayıflamış olduğunu kanıtlayan nezaket ve ilgi dolu bir ifade yüzüne yansırdı. Zihnin özüne ne kadar yaklaşırsanız, açıklamaları o kadar mantıklı olurdu. Artık herhangi bir iş konusunda, kendisinin çok çaba sarf etmesine neden olan konuşması ya da dinlemesine ihtiyaç duyulmadığında, yüzü hemen eski neşesiz sessizliğine bürünürdü. Her ne kadar boş ifadesi olsa da ilerlemiş yaşın beraberinde getireceği akıl tutulmasına sahip olmadığı için, onun bu görünümüne seyirci kalmak acı verici olmuyordu. Başlangıçta gayet güçlü ve sağlam olan yapısı, henüz bir harabeye dönüşmemişti.
Bununla birlikte, karakterini bu tür dezavantajları gözlemleyerek, tanımlamak, Ticonderoga19 gibi eski bir kalenin gri, yıkık dökük harabelerine bakarak, hayal gücünüzü kullanarak yeni eskizini çıkartmak için gözünüzde canlandırmaktan çok daha zor bir işti. Orada ve burada, binanın duvarları neredeyse tamamen aynı kalmış olabilirdi; ancak başka yerlerde geçirmiş olduğu uzun ömrün sonucunda bakımsızlıktan her tarafını yabani otların kapladığını, gücünün fazlasıyla hantallaştığını, şekilsiz büyük tümseklerin oluştuğunu görmek mümkündü.
Aramızdaki iletişim gibi, ona karşı olan hislerim, onu tanıyan tüm iki ayaklı ve dört ayaklı hayvanların ona karşı hisleri kadar hafif olduğundan, durumunu tek bir kelimeyle ifade etmek çok mümkün olmasa da karşımdaki bu yaşlı savaşçıya şefkatle baktığım zaman yine de portresinin ana noktalarını fark edebiliyordum. Sunmaya çalıştığım bu portre, seçkin isminin hakkını sadece tesadüfen değil, zamanında elde etmiş olduğu asil ve kahramanca niteliklerden dolayı kazandığını açıkça gösteriyordu. Onun ruhu, asla tasavvur edemediğim, rahatsız edici bir faaliyetle karakterize edilemezdi; hayatının herhangi bir döneminde onu harekete geçirmek için her zaman itici bir dürtüye ihtiyaç duymuş olabilirdi; ancak üstesinden gelebileceği bir engel ve elde edebileceği uygun bir hedef karşısında bir kez konularak gerekli desteği aldığında, bu adam kesinlikle pes etmeyecek ya da başarısız olmayacak bir yapıya sahipti. İçinde her zaman büyütmeyi başardığı, eskiden bütün benliğini saran ve hâlâ tamamen tükenmemiş olan ateş, bir anda yanıp sönen, tek bir kıvılcımdan titreyen bir kor değil, aksine bir fırının içindeki demir parçasının koyu kızıl kor parıldayışı gibiydi. Ağırbaşlılık, sağlamlık, ciddiyet; bahsettiğim dönemlerde üzerine zamansız bir şekilde çöken çürüme içinde olmasına rağmen onun sakin yüzüne yansıyan en önemli ifadelerdi. Ancak şu hâliyle bile, bilincine derinlemesine girmesi gereken bir durum söz konusu olduğunda; henüz ölmeyip, sadece derin bir uyku hâlindeki bilincinin tüm enerjisini uyandırmaya yetecek kadar yüksek sesle çalınacak bir savaş borazanın onu heyecanlandırarak bir anda ayağa kaldırabileceğini, üzerindeki tüm takatsizliğini hasta bir adamın üzerindeki geceliği fırlatıp atması gibi atabileceğini, bir savaş kılıcını ele geçirdiğinde ise yaşlılıktan dolayı elinde tuttuğu değneği fırlatıp atarak, tıpkı güçlü bir savaşçı gibi dimdik bir taarruza hazır hâle gelebileceğini hayal edebiliyordum. Bununla birlikte, böylesine yoğun duygular içine girecek olsa bile, onun bu sakin tavrını yine de koruyacağını biliyordum. Ancak böylesi bir görüntü sonuç olarak artık sadece hayal edilebilirdi; gerçek olması ne beklenebilirdi ne de arzu edilebilirdi. Onda içsel olarak, az önce açıkça benzetmesini yaptığım eski Ticonderoga kalesinin yıkılmaz surları gibi gördüğüm özellikleri; daha önceki günlerinde dik başlılığa yol açabilecek inatçı ve ağır dayanıklılığının özellikleriydi; diğer doğuştan gelen yetenekleri gibi, çok daha ağır bir kütleye sahip olan ve işlemesi ve yönetilmesi bir ton demir cevheri kadar zor olan dürüstlük anlayışı ise şiddetli bir şekilde Chippewa veya Fort Erie’deki süngülere vahşice liderlik etmişse de çağımızın tüm tartışmalı hayırseverlerinin hareketleri kadar samimi gördüğüm iyilikseverliğe sahip olduğunu gösteriyordu. Duyduğum kadarıyla kendi elleriyle adamları katletmişti; ruhunun muzaffer enerjisini aktararak, gerçekleştirdiği tüm taarruzlarda, karşısına çıkan düşmanların hepsi tırpanın üzerinden geçmesiyle yerlere yıkılan uzun ince otlar gibi devrilmişlerdi; bu durumdayken bile, kalbinde asla bir kelebeğin kanadına dokunarak ona zarar verebilecek en küçük bir zalimlik duygusu barındırmamıştı. Ayrıca, bugüne kadar doğuştan gelen iyilikseverliğine karşı, büyük bir inanç ve güvenle tanıklık edebileceğim başka bir kişi daha tanımıyordum.
Genel anlamda, aralarında bu taslağa benzerlik kazandırmak için çok fazla katkıda bulunanların sahip olduğu birçok özellik, ben henüz generalle tanışmadan önce ya ortadan kalkmış ya da gizlenmiş olmalıydı. Tüm zarif özellikler genellikle hafızalardan en kolay şekilde silinenlerdi; doğa, her insan harabesini, tıpkı Ticonderoga kalesinin duvarları üzerine tohumlarını atmış olan çiçekler gibi, kökleri ve sadece çürümüşlükleri duvarları kaplayarak, çatakların arasında uygun beslenmeye sahip olamayan yeni güzel çiçeklerin serpilmesine izin vermezdi. Yine de zarafet ve güzellik açısından bile, kayda değer noktaları vardı. Bir mizah ışını, arada sırada loş tıkanıklığın perdesinden geçerek yüzlerimizde hoş bir şekilde parıldardı. Çocukluktan ya da gençlikten sonra gelen erkeksi karakterde nadiren görülen doğal bir zarafet özelliği, generalin çiçek görüntüleri ve kokusuna olan düşkünlüğüyle kendini gösteriyordu. Eski bir askerin, her zaman için sadece alnına takılmış kanlı defne tacına değer vereceği düşünülebilirdi; ancak burada, tam karşımda çiçeklere bir genç kız kadar değer verdiğini gördüğüm bir adam duruyordu.
Orada, cesur, yaşlı general şöminenin yanında oturduğu sırada; müfettiş, nadiren de olsa onunla sohbet etmeye çalışmak gibi zor bir işe girişmediği zamanlarda, uzak bir konumda durarak, adamın sessiz ve neredeyse uykulu yüzünü izlemekten çok hoşlanırdı. Her ne kadar biz onu birkaç metre ilerimizde görüyor olsak da o düşüncelere dalmış hâliyle bizden çok uzaklarda gibi görünürdü; sandalyesinin yanından geçsek, elimizi uzatıp ona dokunabilecek kadar yakınında olsak bile, o yine de bizim için sanki erişilmez gibi dururdu. Kim bilir, belki de tahsildarın ofisinin uygun olmayan ortamından ziyade, düşüncelerinin içinde daha gerçek bir yaşam sürüyor olabilirdi. Muhtemelen geçit töreninin ilerleyişini ve savaşın büyük karmaşasını, otuz yıl öncesinden duymuş olduğu eski, kahramanca bir müziğin çalınışını, sahneler ve sesler hâlinde zihninde tüm canlılıklarıyla koruyor olmalıydı. Bu arada, tüccarlar ve gemi kaptanları, kibar kâtipleri ve görgüsüz denizciler içeri girip çıkıyor; Gümrük Dairesinin ticari faaliyetleri onun etrafında küçük mırıltılar ve telaşlı koşuşturmalarla sürüp giderken ne içeri girip çıkan adamlar, ne de içeride sürüp giden faaliyetler generalin hiç ilgisini çekmiyordu.
19
New York’taki kale, 1759’da İngilizler ve 1775’te Amerikalılar tarafından ele geçirildi.