Kuzin Bette. Оноре де БальзакЧитать онлайн книгу.
hasetçi, Fransız konuşuşunun elmasları lakin incelik ve asalete karşı kibir yerine azamet takınan o dokunaklı sözleri kullanacak yerde cümleler fırlatmak… Bu insanlar, bir vakitlerin Fransız’ını ihtiva eden seyyar tabutlardır; zaman zaman Fransız kımıldanır, İngiliz kalıbını yumruklar lakin hırsı onu zapt eder, o da orada boğulmaya razı olur. Bu tabut her zaman siyah kumaştan elbise giyer.
Baron Hulot, Kont’u salonun kapısında karşılamaya giderek “Ah! İşte kardeşim!” dedi.
Merhum Mareşal Montcornet’nin muhtemel halefini öptükten sonra, muhabbet ve saygı tezahürleriyle koluna girerek onu içeri getirdi.
Kulağının sağırlığı yüzünden celselere gitmekten muaf bu Fransa âyan azasının, yılların çöktürdüğü, şapkanın tazyikiyle yapışmış gibi görünen ama hâlâ gür, kırçıl saçlı güzel bir başı vardı. Ufak tefek, tıknaz, bu kara kuru adam dinç ihtiyarlığını şakrak bir eda ile taşırdı. İstirahate mahkûm bu pek fazla hareketli insan, vaktini okumakla gezinti arasında paylaştırmıştı. Tatlı huyları beyaz yüzünde, duruşunda, özlü düşüncelerle dolu kibar konuşmasında sezilirdi. Hiçbir zaman ne harbin ne de seferin sözünü etmezdi büyüklük taslamaya lüzum duymayacak kadar büyük olmasını bilirdi. Bir salondaki rolü, kadınların arzu ve heveslerini sürekli gözlemlemek olurdu. Baron’un bu küçük aile toplantısına saçtığı canlılığı görerek “Hepiniz de neşelisiniz!” dedi. Yengesinin yüzündeki melankoli izlerini fark edince “Mamafih Hortense daha evlenmedi.” diye ilave etti.
Bette, heybetli bir sesle kulağına “Neredeyse o da olur!” diye haykırdı.
“Çiçek açmak istemeyen kötü tohum, sen de buradasın ha!” diye karşılık verdi Kont.
Forzheim kahramanı, Kuzin Bette’i epey severdi çünkü aralarında benzerlikler buluyordu. Terbiye görmemişti, halk içinden çıkmıştı. Cesareti askerî servetinin biricik kaynağı idi ve onda sağduyu zekânın yerini tutardı. Namuslu elleri temiz olduğu için kardeşinin henüz gizli kapaklı yolsuzluklarından kuşkulanmaksızın, içinde her türlü muhabbeti bulduğu bu aile arasında güzel ömrünü parlak bir surette sona erdiriyordu. En küçük bir geçimsizlik sebebinin baş göstermediği, erkek ve kız kardeşlerin aynı şekilde birbirlerini sevdikleri -çünkü Célestine hemen aileden telakki edilivermişti- bu toplantının güzel manzarasından hiç kimse onun kadar zevk duyamazdı. Babacan küçük Kont Hulot, Crevel Baba’nın da acaba niçin gelmediğini zaman zaman sorardı. “Babam köyde!” diye Célestine ona bağırırdı. Bu sefer de eski ıtriyatçının seyahatte olduğunu söylediler.
Ailesinin bu mükemmel bir aradalığı Madam Hulot’ya şunları düşündürdü:
“İşte saadetlerin en gerçeği, kim bizi bundan mahrum edebilir!..”
Gözdesi Adeline’in, Baron’un üzüntülerine mevzu olduğunu görünce general onunla o derece şakalaştı ki Baron, gülünç olmaktan çekinerek iltifatlarını, bu aile yemeklerinde kendisinin söz rüşvetlerine, alakalarına mevzu olan gelinine çevirdi çünkü gelini vasıtasıyla Crevel Baba’yı getireceğini, bütün intikam hislerini bertaraf edeceğini umuyordu. Bu aile harimini kim görmüş olsa babanın meyus vaziyetine, annenin umutsuzluk içinde olduğuna, oğulun babasının istikbali hakkında son derece tasalı olduğuna, kızın kuzininin elinden âşığını çalmaya uğraştığına inanmakta zorluk çekerdi.
Saat yedide Baron; kardeşinin, oğlunun, Barones’in, Hortense’ın, hepsinin de sükûta daldıklarını görünce Doyenné Sokağı’nda oturan ve akşam yemeğinden sonra sıvışmak için bu ıssız mahallenin tenhalığını bahane eden Kuzin Bette’i de yanına alarak operada metresini alkışlamak için çıkıp gitti. Bütün Parisliler itiraf ederler ki ihtiyar kızın ihtiyatı akla uygundur.
Eski Louvre boyunca uzayan sık evler yığınının varlığı, Fransızların Avrupa’nın kendilerine izafe ettiği zekâ derecesinden emin olması ve artık onlardan korkmaması için sağduyuya karşı yapmayı pek istedikleri itirazlardan biridir. Bunda bilinmeyen, belki herhangi büyük bir politika düşüncemiz vardır. Bugünkü Paris’in, sonraları tasavvur ve tahayyül edilemeyecek bu köşesini tasvir etmek elbette ki mevzu dışı olmayacaktır. Louvre’un bittiğini şüphesiz görecek torunlarımız otuz altı yıl Paris’in göbeğinde, içinde üç hanedanın son otuz yıl zarfında Fransa’nın ve Avrupa’nın yüksek tabakasını kabul ettiği sarayın karşısında böyle bir barbarlık işlendiğine inanmak istemeyeceklerdir.
Carrousel Köprüsü’ne ulaştıran dar geçitten itibaren Musée Sokağı’na kadar, birkaç gün için bile olsa Paris’e gelen her insan, cesareti kırılmış sahiplerinin hiçbir tamir yapmadıkları ve Napolyon’un Louvre’u ikmale karar verdiği günden beri yıkılmakta ve eski bir mahallenin artıkları olan cepheleri harap on kadar ev görür. Doyenné Sokağı ve aynı addaki çıkmaz, sakinleri belki de birtakım hayaletler olan -çünkü sokakta hiçbir zaman kimse görünmez- bu karanlık ve ıssız evler yığınının biricik iç yollarıydı. Musée Sokağı şosesinin kaldırımından daha alçak olan kaldırım, Froidmanteau Sokağı şosesinin ortasında bulunur. Meydanın yükseltilmesiyle şimdiden gömülmüş bu evler Louvre’un bu taraftan kuzey rüzgârıyla kararmış yüksek galerilerinin aksettirdikleri sürdüm süresiye gölgeye bürünmüşlerdir. Karanlık, sessizlik, donmuş hava, toprağın mağaramsı derinliği bu evleri bir tür yeraltı, canlı kabirler hâline getirmeye yardım eder. İnsan, bu yarı ölü mahalleden bir paytonla geçtiği zaman, gözü dar Doyenné Sokağı’na dalınca ruhu üşür burada kimlerin oturabildiğini, geceleyin bu dar sokağın bir hırsız yatağı hâline geldiğini, gecenin mantosuna sarınmış Paris kötü huylarının cirit oynadıkları bir saatte buradan kimlerin geçeceğini kendi kendine sorar. Kendisini ürküten bu mesele, bu sözüm ona evlerin Richelieu Sokağı yanından bir bataklık, Tuilleries yanından bir dalga dalga kaldırımlar ummanı, galeriler yanından birtakım küçük bahçeler, birtakım korkunç barakalar, eski Louvre yanından yontma taş ve enkaz stepleri çemberi içinde oldukları görülünce tüyler ürpertici hâle gelir. Külotlarını arayan III. Henri’nin nedimleri, başlarını arayan Marguerite’in âşıkları, Fransa’da öylesine canlı olan Katolik dininin her şeyde yaşadığını sanki ispat etmek için hâlâ ayakta duran bir kilise kubbesinin hükmü altına aldığı bu çöllerde, ay ışığında belki de hora tepiyorlardır. İşte, kırk yıl var ki Louvre, bu karnı deşik duvarların, ağzı açık pencerelerin bütün ağızlarıyla haykırıyor: “Yüzümdeki bu siğilleri koparıp atın!” Bu hırsız yatağının faydasını ve Paris’in göbeğinde büyük şehirler kraliçesine hususiyetini veren sefaletle, debdebe ve tantananın birbirine kenetlenmesini temsil etmek lüzumunu herhâlde duymuş olacaklar. Kucağında lejitimistlerin gazetesinin ölümüne sebep hastalığa yakalandığı bu soğuk mezbelelerin tahtadan surunun ömrü, acaba üç hanedanın ömründen daha uzun, daha müreffeh mi olacak?
1823’ten beri ortadan kalkmaya mahkûm evlerde kiranın ucuzluğu, Kuzin Bette’i, mahallenin vaziyeti onu iyice karanlık basmadan eve dönmeye zorlamasına rağmen burada oturmaya cezbetmişti. Bu zaruret, esasen, onun muhafaza ettiği köylülere ışık ve ısıtma masrafları üzerinden epey tasarruf temin eden güneşle birlik yatıp kalkma alışkanlığı ile de uzlaşmıştı. O, Cambaceres tarafından işgal edilen meşhur konağın yıkılmasıyla meydanı gören evlerden birinde oturuyordu.
Baron Hulot, karısının kuzinini “Allah’a ısmarladık, kuzin!” diyerek bu evin kapısına bıraktığı sırada, ufak tefek, ince, güzel, pek zarif giyinmiş, seçme bir koku saçan genç bir kadın da eve girmek için araba ile duvar arasından geçmişti. Bu kadın, hiç de dikkatle bakmadan sadece kiracı kadının kuzinini görmek için Baron’la göz göze gelmişti. Lakin hovarda bütün Parisli erkeklerde -entomolojistlerin dedikleri gibi- iştahlarını kabartan güzel