Kuzin Bette. Оноре де БальзакЧитать онлайн книгу.
yelekli, pantolonu nankin kumaşından, kunduraları vernikli, gömlek yakası fazla kolalı olan Baron, bu yeni cennetin kapıcısının gözüne geç kalmış bir davetli gibi göründü. Heybetli yürüyüş tarzı, her şeyi bu kanaati sağlamlaştırıyordu.
Kapıcı çanı çalınca dış avluda bir uşak göründü. Konak gibi yeni olan bu uşak, kendisine, sesiyle birlik olan imparatorvari bir tavırla “Bu kartı Matmazel Josépha’ya gönderiniz.” diyen Baron’un geçmesine müsaade etti.
Zavallı, bulunduğu odaya gayriihtiyari olarak baktı; kendini nadir çiçeklerle dolu, mobilyası yirmi bin frank değerinde bir bekleme salonunda buldu. Tekrar gelen uşak, mösyöden, kahve içmek üzere sofradan kalkılmasına intizaren salona geçmesini rica etti.
Geçmişteki lükslerin muhakkak ki en hayret vericisini, eserlerinin ömürlerinin azlığına rağmen yine de akılları durduracak kadar büyük meblağlara mal olan imparatorluk lüksünü Baron görmüştü lakin üç penceresi de peri masallarındaki gibi bir ay içinde başka yerlerden toprak aktarmak suretiyle yetiştirilmiş çiçekleri taşıyarak kurulmuş çimenlikleri sanki kimyevi usullerle büyütülmüş bir bahçeye bakan bu salonda gözleri kamaştı. Âdeta sersemlemiş gibi durakladı. Değil yalnız Pompadour üslubu denen pahalıya mal olmuş ince işlere, tezhiplere, heykellere, rastgele bir bakkalın da avuç dolusu para ile ısmarlayabileceği ve elde edebileceği fevkalade kumaşlara; aynı zamanda, yalnız prenslerin seçebilecekleri, bulacakları, değerini verecekleri ve takdim edecekleri şeylere: Greuze’ün iki, Watteau’nun iki tablosuna, Van Dyck’in iki başına, Ruysdael’in iki, Guaspre’ın iki peyzajına, bir Rembrant’a ve bir Holbein’a, bir Murillo’ya, bir Titian’a, iki Teniers’ye, iki Metzu’ya, bir Van-Huysum’a ve bir Abraham Mignon’a, nihayet iki yüz bin frank değerinde harikulade çerçevelenmiş tablolara hayran kaldı. Çerçeveler neredeyse tablolar kadar pahalıydı.
“Eee! Şimdi anlıyorsun ya, babalık?” dedi Josépha.
Ayak uçlarına basarak gizli bir kapıdan giren, Acem halılarının üzerinden yürüyerek gelen Josépha perestişkârını, kulaklarında yalnız felaket çanının sesi çınlayan o hayretlerden biri içinde yakaladı.
Devlet idaresinde bu kadar yüksek mevkisi olan bir zata söylenen, en büyük varlıkları küçük düşüren bu mahluklardaki cüreti fevkalade tasvir eden bu “babalık” sözü, Baron’u olduğu yerde mıhladı. Beyazlarla sarılar giymiş Josépha, bu eğlence için öylesine güzel süslenmişti ki bu çılgınca lüks içinde hâlâ çok nadir bir mücevher gibi parlıyordu.
“Güzel değil mi?” diye devam etti. “Dük, buraya hisse senetleri çok yüksek fiyata satılmış komandit şeklinde bir işin bütün kârını yatırdı. Küçük Dük’üm, hiç de budala değil, değil mi? Yalnız bir vakitlerin büyük beyzadeleri taş kömürünü altınla değiştirmeyi biliyorlar. Noter, yemekten önce, ödendiğini de gösteren makbuzla birlikte temellük mukavelesini imza ettirmek üzere bana getirdi. Bütün büyük beyzadeler içeride: d’Esgrignon, Rastignac, Maxime, Lenoncourt, Verneuil, Laginski, Rochefide, La Palférine, bankerlerden de Nucingen’le du Tillet Antonia, Malaga, Carabine ve la Schontz’la beraber. Hepsi de senin felaketine acıdılar. Evet, dostum, davetlisin ama onlara yetişmen için iki şişe Macar şarabı ve şampanyayı bir dikişte içmek şartıyla. Azizim, operada çalışamayacak kadar gerginiz. Müdürüm körkütük sarhoş, burnunun ucunu göremeyecek bir hâlde!”
“Oh! Josépha!” diye Baron bağırdı.
“Birbirine izahat vermek ne budalaca şey.” diye gülerek karşılık verdi Josépha. “Peki sen, bu konakla mobilyanın değeri olan altı yüz bin franklık adam mısın? İçine bakkalda şeker konan beyaz bir kâğıt külah içinde Dük’ün bana verdiği otuz bin franklık bir gelir kaydını sen bana getirebilir misin? Güzel bir buluş doğrusu!”
“Bu ne sapıklık!” diye haykırdı Devlet Müşaviri. Fevkalade bir gazap anındaydı ve yirmi dört saatçik Dük d’Hérouville’in yerine geçmiş olmak için karısının elmaslarını trampa ederdi.
“Sapıklık benim tabii hâlimdir!” diye Josépha karşılık verdi. “Ah! Sen bu işi böyle mi karşılıyorsun? Niçin komandit işini sen icat etmedin? Tanrı’m! Benim zavallı boyalı kedim, bana teşekkür etmelisin. Benimle birlikte karının istikbalini, kızının drahomasını yiyeceğin bir anda seni yüzüstü bırakıyorum. Ah! Ağlıyor musun? İmparatorluk elden gidiyor! İmparatorluğu selamlayacağım.”
Trajik bir vaziyet aldı:
“Size Hulot diyorlar! Sizi tanımıyorum artık!” dedi ve içeri girdi.
Yarı açık kapıdan, işretin yüksek kahkahalarına karışan birinci sınıf bir ziyafetin kokularıyla yüklü şimşek gibi bir ışık hüzmesi göründü.
Şarkıcı aralık kapıdan baktı, Hulot’yu tunçtanmış gibi olduğu yerde mıhlanmış bulunca bir adım ileri attı, tekrar göründü.
“Mösyö…” dedi. “Chauchat Sokağı’nın eski püskülerini Bixiou’nun küçük Héloise Brisetout’suna devrettim; pamuklu takkenizi, ayakkabı çekeceğinizi, kemerinizi, sarı boyanızı arayacak olursanız size vermelerini tembih etmiştim.”
Bu çirkin şaka Baron’u oradan, Lut’un Gomora’dan kaçışı gibi kaçırdı ama Baron, Lut’un karısı gibi arkasına bakmadı.
Hulot gazap içinde yürüyerek, kendi kendine söylenerek evine geldi; ailesini, evvelce başlamış bıraktığı iki meteliğe oynadıkları whist partisine sükûnetle devam eder buldu. Kocasını görünce zavallı Adeline başlarına müthiş bir felaket, bir namus felaketi gelmiş sandı. Kâğıtları Hortense’a verdi, Hector’u küçük salona götürdü. Aynı salonda beş saat önce Crevel sefaletin en yüz kızartıcı can çekişmeleri hakkında kehanette bulunmuştu.
“Nen ver?” dedi korkmuş bir hâlde.
“Oh! Beni affet, müsaade et de bu alçaklıkları sana anlatayım.”
Hulot, on dakika içinde içinin öfkesini döktü.
Bu zavallı kadın kahramanca bir eda ile “İyi ama dostum…” diye karşılık verdi “O türlü mahluklar aşkı, senin layık olduğun o saf, sadık aşkı bilmezler. O derece anlayışlı olan sen, nasıl olur da milyonlarla mücadele etmeye kalkışabilirsin?”
Baron karısını yakalayıp bağrına basarak “Sevgili Adeline!” diye bağırdı.
Karısı, izzetinefsinin kanayan yaraları üzerine merhem sürmüştü.
“Dük d’Hérouville’in servetini ortadan kaldırsanız, elbette ki o zaman bu kadın ikimiz arasında tereddüt etmeyecektir!” dedi Baron.
Adeline son bir gayret sarf ederek “Dostum!” diye devam etti. “Eğer sana mutlaka metres lazımsa niçin Crevel’in yaptığı gibi pek pahalı olmayan, az bir şeyle uzun zaman kendini mesut sayacak soydan kadınlar seçmiyorsun? Bundan hepimiz zararsız çıkarız. Bu ihtiyacı anlıyorum ama hiç anlamadığım bir şey varsa o da kibirdir.”
“Oh! Ne iyi, ne harikulade bir kadınsın sen!” diye bağırdı Baron. “Ben bir ihtiyar deliyim, senin gibi melek bir eşe layık değilim.”
Karısı biraz hüzünle karışık bir eda ile “Ben sadece Napolyon’umun Joséphine’iyim.” diye karşılık verdi.
“Joséphine senin değerinde değildi.” dedi Baron. “Gel, kardeşimle, çocuklarımla whist oynayacağım. Kendimi aile babası sanatıma vereyim, Hortense’ımı evlendireyim, gömeyim bu hovardalığı.”
Bu samimiyet zavallı Adeline’e o kadar çok dokundu ki şunları söyledi:
“Ötekini berikini Hector’uma tercih ettiğine göre, anlaşılan bu mahlukun kötü