Arthur Gordon Pym’in Öyküsü. Эдгар Аллан ПоЧитать онлайн книгу.
yarattığı coşkulu heyecanla dayanılır hâle gelmişti.
Bu hilekârca planın uygulanması işinin büyük bir bölümünü, günün çoğunu Grampus’da babasının işlerine yardım ederek geçiren Augustus’a bırakmak zorundaydım. Fakat geceleyin muhakkak buluşup hayallerimiz üzerine uzun uzadıya konuşuyorduk. Neredeyse bir ay geçmişti ve henüz ele avuca gelir bir çözüm bulamamıştık. Augustus, sonunda artık akla gelebilecek her türlü yola başvurmaya mecbur olduğumuzu vurguladı.
New Bedford’da ara sıra iki-üç haftalığına evinde kaldığım Bay Ross adında bir akrabam vardı. Yelkenli 1827 yılının Haziran ayı ortalarına doğru yola çıkacaktı ve tam denize açılmasına birkaç gün kala, önceden kararlaştırıldığı üzere, babam sanki Bay Ross’dan gönderilmiş gibi bir not alacak ve bu notta da Bay Ross beni iki haftalığına evine davet ederek oğulları Emmet ve Robert’la kalmamı isteyecekti. Augustus, mektubu yazdırma ve gönderme işini kendi üzerine aldı. Ben güya New Bedford için yola çıktıktan sonra, benim için gemide saklanma yeri ayarlayan arkadaşıma haber verecektim. Augustus, bana gizleneceğim yerin uzunca bir süre boyunca rahat edebileceğim bir şekilde olacağına dair güvence vermişti, ki bu süre zarfında kendimi göstermemem gerekiyordu. Gemi, geri gönderilmenin söz konusu olmayacağı bir mesafeye eriştiğinde de resmî bir şekilde konforlu bir kamaraya yerleştirilecektim. Babasına gelince, o da herhâlde bu oyuna gülüp geçecekti. Yol boyunca nasılsa durumu açıklayıcı bir mektubu aileme verilmek üzere yollayabileceğimiz bir gemiye rastlayacaktık.
Nihayet haziran ayının ortası gelip çatmıştı ve her şey yolunda gidiyordu. Not yazılmış ve gönderilmiş ve ben de bir pazartesi sabahı güya New Bedford’a gitmek için yola çıkmıştım. Fakat tabii ki doğruca sokağın köşesinde beni beklemekte olan Augustus’un yanına gittim. Planımıza göre aslında bütün gün saklanacak ve gece olduğunda da bir yolunu bulup gemiye giriverecektim. Şansımızdan ortalığı yoğun bir sis tabakası sarmıştı ve gizlenmem için hiç vakit yitirmemeye karar verdik. Augustus önde, ben birkaç adım arkada, üzerimde kolayca tanınmamam için Augustus’un bana verdiği kalın bir denizci peleriniyle iskeleye doğru yola çıktık. Tam Bay Edmund’un kuyusunun önünden geçip ikinci köşeyi dönmüştük ki kimi görelim… Aman Tanrı’m, bu tam önümde duran ve yüzünü dikkatle suratıma dikmiş olan büyük babam yaşlı Peterson’dan başkası değildi, “Bak sen şu işe Gordon!” deyiverdi uzunca bir duraksamadan sonra. “Bu üzerindeki kirli pelerin de kimin böyle?” “Bayım.” diye atıldım; durumun çok nazik olmasından dolayı sesime sanki hakarete uğramış havası vererek ve düşünebildiğim en kaba saba ve cahilce aksanla devam ettim. “Buraya bak, sen galiba şaşırdın, benim adım öyle Goddin moddin falan değil, hem şuna bak hele, bir de benim yeni pelerinime kirli dersin ha!” Zavallı yaşlı adamın kendisini böyle azarlayışımı nasıl da garip garip dinlediğini görünce, kahkahalar atmamak için kendimi zor tutmuştum. Birkaç adım gerileyerek durdu, yüzü önce bembeyaz, sonra kıpkırmızı oldu ve gözlüklerini çıkarıp atarak şemsiyesini yukarı kaldırdı. Sonra sanki aklına bir şey gelmiş gibi olduğu yere mıhlandı ve hırsından titreyerek ağzının içinde çevirdiği “Olmaz ki… Ah bu yeni gözlükler… Ben de sandım ki… Hay lanet denizci serseriler.” mırıltılarıyla topallaya topallaya dönüp gitti.
Bu olaydan böyle kıl payı sıyrıldıktan sonra, daha büyük bir dikkatle yolumuza devam ettik ve sonunda varış noktamıza güvenle ulaştık. Gemide hepi topu bir-iki kişi vardı, onlar da tayfaların kamara işleriyle uğraşıyordu. Bay Barnard ise, çok iyi biliyorduk ki Lloyd ve Vredenburg firmasındaydı ve akşam geç vakitlere kadar orada kalacaktı. Dolayısıyla onun için endişelenmemize gerek yoktu. İlk önce Augustus, geminin yan tarafından tırmandı, kısa bir süre sonra da ben gemide çalışan adamlara belli etmeden onu takip ettim ve hemen kabinin içine girdik. İçeride kimsecikler yoktu. Bir balina gemisinde az görülebilecek şekilde çok rahat ve konforlu bir biçimde döşenmişti burası. İçeride dört adet şahane özel kamara vardı. Aynı zamanda büyükçe bir soba gözümüze ilişti. Son derece kalın ve değerli görünümlü bir halı kabinin ve kamaraların tabanını kaplamıştı. Tavan tam iki metre yirmi santim yüksekliğindeydi ve kısaca diyebilirim ki her şey benim beklediğimden çok daha rahat ve kabul edilebilir bir görünümdeydi. Bununla beraber Augustus, bana şimdi etrafı incelemenin sırası olmadığını söyleyerek bir an evvel saklanmam gerektiği konusunda ısrar ediyordu. Daha sonra beni sancak tarafındaki bölmenin yanında olan kendi özel kamarasına götürdü. İçeriye girdikten sonra kapıyı kapatarak sürgüledi; herhâlde hayatımda şimdiye kadar içinde bulunduğum bu odadan daha güzel bir oda görmediğimi söyleyebilirim. Aşağı yukarı üç metre uzunluğundaydı ve içeride daha önce de bahsettiğim geniş ve rahat görünümlü ranzalardan beş tane bulunuyordu. Odanın bölmelere en yakın olan kısımdaki üç metrekare kadar bir alanda, bir masa, bir sandalye ve genellikle yolculuk ve serüvenle ilgili bir sürü kitap bulunan raflar vardı. Odada daha birçok küçük konfor vardı ki bunlardan biri de unutmadan söylemem gereken soğutucu gibi bir kutuydu. Augustus, bana bu kutunun içindeki yiyecek ve içecek bölümünde bulunan bir sürü lezzetli mezeyi işaret etti. Daha sonra, şimdi bahsettiğim bölümdeki halının üzerindeki belli bir noktaya parmaklarının eklemleriyle basarak, bana yerdeki bu alanın yarım metrekare kadarının düzgünce kesildiğini ve sonra tekrar düzeltildiğini gösterdi. Basılan bölüm yeterli derecede yukarı kalkarak parmaklarının alta geçmesini sağlamıştı. Böylece üzerinde hâlâ çiviyle tutturulmuş halı bulunan kapağın ağzını yukarı kaldırdı. Bundan sonra fosforlu bir kibritle elindeki fitili yakarak fenere yerleştirdi ve eliyle onu takip etmemi işaret ederek girişten aşağıya doğru inmeye başladı. Denileni yaptım. Sonra halının altına çakılmış bir çivi vasıtasıyla deliğin kapağı kapatıldı. Kapak şimdi orijinal yerini bulduğundan deliğe ait bütün izler ortadan kalkmıştı. Fitil çok zayıf bir ışık yaydığından etrafı seçebilmem çok zor oluyordu. Üstüne üstlük etrafta birbirine geçmiş sürüyle kereste vardı. Yine de gözlerim yavaş yavaş karanlığa alışmaya başladığı gibi, artık arkadaşımın paltosunun ucunu da tutmuş ve çok daha rahat yürüyebiliyordum. Binbir türlü dar geçitten dolandıktan sonra nihayet demir kaplı bir sandığın önüne geldik; bu daha çok değerli seramik işlerini saklamak için kullanılanlara benziyordu. Sandık bir metre seksen santim uzunluğunda, bir metre yirmi santim yüksekliğinde, fakat çok dardı. Üzerinde iki adet büyük ve boş yağ fıçısı duruyordu. Yine bunların tepesinde muazzam miktarda hasır, mat tavana kadar yığılmıştı. Geri kalan bölümlerin hepsi tahta kamalarla sıkıştırılmış, hatta tavan bile bu işten nasibini almıştı. Odanın içi her türden gemi mobilyasıyla karman çorman doldurulmuştu. Bunların yanı sıra her tarafa kümelenmiş kasalar, sepetler, variller ve balyalar vardı ki doğrusu bu durumda sandığa giden bir yol bulabilmemiz mucize sayılmalıydı. Sonradan anladığımıza göre Augustus, odayı mahsus bu hâle getirmişti, amaç benim bütünüyle saklanabilmemi sağlamaktı. Sefere katılmayacak olan bir denizci de bu işi yaparken ona yardım etmişti.
Arkadaşım bana sandığın herhangi bir yüzünün istendiğinde nasıl açılabileceğini gösterdikten sonra, kapaklardan birini yana doğru sürerek içerisini görmemi sağladı. Çok hoşuma gitmişti doğrusu burası. Kamaralarda bulunan bir ranzadan alınan şilte sandığın bütün tabanını kaplamıştı. Sandığın içinde böylesine ufak bir yere sığdırılabilecek her türlü konfor vardı. Dahası içeride istersem oturabileceğim, istersem boylu boyunca yatabileceğim kadar bir alan bile kalmıştı. Diğer şeylerin yanı sıra burada bazı kitaplar, kalem, mürekkep, kâğıt, üç adet battaniye, büyük bir sürahi dolusu su, bir teneke peksimet, üç dört tane kocaman Bolonya sosisi, devasa bir jambon, közlenmiş soğuk koyun budu, yarım düzine kadar kuvvet şurubu şişesi ve likörler vardı. Ben şimdi büyük bir zevkle küçük sarayıma yerleşmeye hazırlanıyordum. Hiçbir hükümdar yeni bir yere girerken