Sefiller II. Cilt. Виктор Мари ГюгоЧитать онлайн книгу.
Marat kendini İsa gibi unutur. Kendilerini bir kenara atar, ihmal eder ve düşünmezler. Bir bakışları vardır ve o bakış mutlak olanı arar. İlkinin gözünde bütün gökler vardır; sonuncusu, esrarengiz olsa da göz kapaklarının altında hâlâ sonsuzun soluk ışığı bulunur. Kim olursa olsun, bu işarete sahip olan adama saygı gösterin. Gölgeli göz diğer işarettir. Onunla birlikte kötülük başlar. Hiç bakmayan birinin huzurunda düşünün ve titreyin. Toplumsal düzenin kapkara madencileri, derinliğin gömülmekle eş değer olduğu ve ışığın söndüğü bir nokta vardır. Az önce sözünü ettiğimiz tüm bu madenlerin ardında, tüm bu galerilerin altında; tüm bu muazzam yer altı, damarlı ilerleme ve ütopya sisteminin altında; yeryüzünde çok daha ileride; Marat’dan çok daha aşağı, Babeuf’ten çok daha aşağı ve üst katlarla herhangi bir bağlantısı olmayan son bir maden vardır. Müthiş bir noktadır bu. Alttan üçüncü kat olarak adlandırdığımız şey budur. Gölgelerin mezarı, körlerin mahzenidir. Uçurumları gören bir mahzendir orası.
II
En Düşük Derinlikler
Burada bütün ön yargılar kaybolmuştur. Burada belirsiz bir hâlde şeytanın biçimlendiğini görürsünüz. Herkes kendi çıkarı için savaşır. Bu uçurum, toplumsal döküntülerin toplandığı yerdir. Burada dolanan yabani gölgelerin, karmaşık hayaletleri andıran alçak yaratıkların; hiçbir zaman dünyevi gelişimle ilgilenmedikleri için tek istedikleri, bireyin aşağılanmasıdır. Bunlar iki ananın çocukları gibidir: Biri cehalet, diğeri yoksulluktur. Bir de yokluk denilen kılavuzu bulurlar kendilerine. İhtiyaç duydukları tek şey, iştahlarını bastırmaktır. Bunlar zalim ve yırtıcıdır. Fakat zorbalar gibi değil, kaplanlar gibi; yoksulluk yüzünden cinayet işleyen fareler gibidir. Bir önceki bölümde, dördüncü kitapta bu kuyuların üst katlarından söz etmiş; siyasi, politik ve felsefi kuyuları incelemiştik. O bölümlerde her şey asil, onurlu ve namusludur. Belki o bölümlerdekiler de kanabilir ama kahramanlığa değinen bu hata yine de iyidir, burada gerçekleşen işlem aslında “gelişim”dir.
Artık korkunç derinliklerden söz etmenin vakti geldi. Cehalet ortadan kaldırılıncaya kadar toplumda bu fenalık mağarası hep olacaktır, şimdi oraya bakmanın zamanı gelmiştir. Bu mağara en alt bölümlerin bile altında olduğundan hepsinin bütün olarak düşmanıdır. Orada tek bir duygu vardır: Kin. Bu mağarada hiçbir filozof yaşamamış, hiçbir kitap açılmamıştır. İnsanlık düşmanlarının yaşadığı bu yer altı, sadece toplumsal değerleri yıkmakla kalmaz; felsefeyi de ayakları altına alır, bilimle alay eder, insanoğlunun düşüncesine değer vermez, Tanrı’ya inanmaz, medeniyet ve devrimlerin çökmesi için elinden gelen hinliği yapar. Burada yaşayanların hepsi hırsızlık, cinayet, suçtan başka şey bilmez; karanlık dehlizlerin üstünü cehaletle örterler. İyimser görüşe sahip olanların tek hedefi ise bu yer altını yok etmektir. Bunun için de onunla savaşmak gerekir, onu yıkmak cinayeti de ortadan kaldırmak için atılacak ilk adımdır. Kısaca belirtmek gerekirse tek toplumsal tehlike karanlıktır. İnsanlık demek, karakter demektir. İnsanoğlu hep aynı mayadan yoğrulmuştur. İnsan dünyaya geldiğinde bir başkasından farkı yoktur; aynı et, aynı ten ve sonra aynı kül. Bununla birlikte, kişinin mayasına katılan cehalet onların iyiliğini gölgeler. Bu tedavi edilemez karanlık, bir insanın içini ele geçirir ve orada kötülüğe dönüşür.
III
Babet, Gueulemer, Claquesous ve Montparnasse
Bir eşkıya dörtlüsü olarak Claquesous, Gueulemer, Babet ve Montparnasse; 1830’dan 1835’e kadar Paris’in üçüncü alt katını yönetmişti. Gueulemer, konumu belli olmayan bir Herkül’dü. İn olarak Arche-Marion’un lağımını seçmişti. 1.80 boyundaydı; göğüs kasları mermerden, pazıları bakırdan, nefesi bir mağaranın boşluğundan, gövdesi bir dev, başı kuş kadar olan bir adamdı. İnsanlar onu gördüğünde yünlü pantolon ve pamuklu kadife bir yelek giymiş Farnese Herkülü’nü gördüğünü sanırdı. Heykel gibi güçlü bir yapıya sahip olan Gueulemer, canavarları bile yok edebilecek güçte biriydi. Alnı düşük, şakakları geniş, kırk yaşından küçük ama büyük ayaklı, sert, kısa saçlı, gür sakallı, iri kıyım bir hayduttu. Kasları çalışmayı gerektiriyordu ancak o gücünü çok farklı yerde kullanmayı tercih etmiş, üstünlüklerini kötülükten yana kullanmıştı. Soğukkanlılığı sayesinde bir suikastçıydı. 1815’li yıllarda Avignon’da hamallık etmiş, sonrasında işi soygunculuğa taşımış, bu aşamadan sonra kabadayı olmuştu.
Babet’nin şeffaflığı, Gueulemer’in kabalığıyla tezat oluşturuyordu. Babet zayıf ve eğitimliydi. Şeffaftı ama aşılmazdı. Gün ışığı kemiklerinin arasından görünüyor ama gözlerinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Kimyager olduğunu söyler, tüm esnafın işini bir çırpıda çözerdi. Saint-Mihiel’de vodvil oynamıştı. Gülümsemelerinin altını çizen ve jestlerini vurgulayan iyi bir konuşmacı, amaçları olan bir adamdı. Mesleği, açık havada alçı büstleri ve devlet başkanlarının portrelerini satmaktı. Buna ek olarak dişçilik yapardı. Sergilerde standı ve üzerinde şöyle yazan posterleri olurdu: Akademi Üyesi Diş Sanatçısı Babet; metaller ve metaloitler üzerinde fiziksel deneyler yapar, dişleri çeker, insanların ağızlarına bakım yapar. Fiyat: Bir diş, bir frank elli santim; iki diş, iki frank; üç diş, iki frank elli santim. Bu fırsatı iyi değerlendirin.
Bu fırsattan yararlanmak şu anlama geliyordu: Mümkün olduğu kadar çok diş çektirmek. Evliydi ve çocukları vardı ancak karısına ve çocuklarına ne olduğunu bilmiyordu. Mendilini kaybeder gibi onları da kaybetmişti. Babet, ait olduğu dünyada çarpıcı bir istisna olarak her zaman gazete okurdu. Bir gün, ailesiyle birlikte tekerlekli çardağındayken yıllar önce gazetede bir kadının dana başlı bir çocuk doğurduğunu okumuş ve şöyle bağırmıştı: “Ah Tanrı’m, ne talihli insanlar var! Keşke benim karım da böyle bir çocuk doğursaydı!..” Daha sonra “Paris’te yolunu bulmak” için her şeyi terk etmişti. Bu, onun ifadesiydi.
Peki, Claquesous kimdi? O tam anlamıyla geceydi. Kendini göstermeden önce gökyüzünün siyaha bulanmasını beklerdi. Akşam karanlığında, gün doğmadan geri döndüğü deliğinden çıkardı. Peki, bu delik neredeydi? Kimse bilmiyordu. Suç ortaklarına yalnızca en karanlıkta ve arkası onlara dönük olarak hitap ederdi. Adı Claquesous muydu? Kesinlikle değil. Bir mum getirilirse bir maske takardı. O bir vantriloktu. Babet şöyle derdi: “Claquesous iki ses için bir gecedir.” Claquesous belirsiz, korkunç biriydi ve bir gezgindi. Claquesous soyadı olduğundan kimse onun bir adı olup olmadığından emin değildi, midesi sesinden daha sık konuştuğu için kimse sesinin olduğundan da emin değildi, maskesi olmadan asla görülmediği için kimse onun bir yüzü olduğundan da emin değildi. Sanki bir anda ortadan kaybolmuş gibi yok olur, göründüğünde sanki topraktan fırlamış gibi ortaya çıkardı.
Diğer bir zavallı varlık ise Montparnasse’dı. Montparnasse bir çocuk gibiydi; yirmi yaşından küçük, yakışıklı bir yüzü, kiraz gibi dudakları, sevimli siyah saçları, gözlerinde baharın parlak ışığıyla tüm kusurlara ve suçlara talip olan bir sefildi. Kötülüğün hazmı, onda daha kötüsüne karşı bir iştah uyandırırdı. Sokak çocuğu yankesici oldu; yankesici, yol kesen bir haydut. Kibar, kadınsı, zarif, sağlam, uyuşuk, vahşi, tüm bu özellikleri üzerinde barındırırdı. Şapkasının kenarı, 1829 stilinde bir tutam saça yer açmak için sol tarafa kıvrılmıştı. Soygunla ve şiddetle iç içe yaşıyordu. Paltosu en iyi kesimdendi ama eski püsküydü. Montparnasse, sefalet içinde bir moda ikonuydu ve cinayetlere heves eden birisiydi. Bütün bu gençlerin suçlarının nedeni, iyi giyimli olma arzusuydu. Ona “Yakışıklısın!” diyen ilk kadın, yüreğine karanlığın lekesini atmış olur ve bu Habil’den bir Kabil yaratırdı. Yakışıklı olduğunu anlayınca zarif olmayı arzulardı, aslında zarafetin doruk noktası tembellikti.