Эротические рассказы

Uğultulu Tepeler. Эмили БронтеЧитать онлайн книгу.

Uğultulu Tepeler - Эмили Бронте


Скачать книгу
Araba yolculuğu onları acıktırmıştı, büyük bir zarara da uğramadıkları için kolayca avundular.

      Hindley Earnshaw güzel yemekleri tabaklara tepeleme dolduruyordu, evin hanımı da neşeli konuşmalarıyla masayı şenlendiriyordu. Ben hanımın sandalyesinin arkasında ayakta beklerken Catherine’in kupkuru gözlerle, hiçbir şeye aldırmadan önündeki kazın kanadını kesmeye çalıştığını üzüntüyle seyrettim.

      Kendi kendime: “Düşüncesiz, duygusuz bir çocuk…” diyordum. “Eski oyun arkadaşının üzüntülerini nasıl da kolayca aklından çıkarabiliyor! Ben, onun bu derece bencil olduğunu hiç sanmazdım.”

      Catherine bir lokmayı dudaklarına götürdü, sonra gene tabağa bıraktı. Yanakları kızarmış, gözyaşları yüzünden aşağıya süzülmeye başlamıştı. Duygularını gizlemek için kasten çatalını yere düşürdü, hemen masa örtüsünün altına eğildi. Böylece ona duygusuz demem uzun sürmedi çünkü bütün gün, cehennem azabı çektiğini, yalnız kalıp evin beyi tarafından odasına kilitlenen Heathcliff’i görebilmek için imkânlar araştırdığını anlamıştım. Heathcliff’in hapsedildiğini de ona, kendi elimle hazırladığım yemekleri vermek isteyince öğrendim.

      Akşama dans vardı. Cathy, Isabella’nın kavalyesi olmadığından Heathcliff’in, dans saatinde serbest bırakılması için yalvardı ama gayretleri boşa çıktı, bu isteği yerine getirilmedi, kavalye noksanını da benim tamamlamam kararlaştırıldı.

      Dansın heyecanı içinde bütün üzüntülerimizi unuttuk. Hele Gimmerton bandosunun da gelişiyle neşemiz büsbütün arttı. On beş kişilik bandoda şarkıcılardan başka bir trompet, klarnetler, bombardonlar, borular, bir de basviyola vardı. Bunlar hep Noel yortusunda tanınmış ailelerin evlerini dolaşıp bahşiş toplarlardı; onları dinlemek de bizler için başlıca eğlenceydi. Her zamanki ilahiler söylendikten sonra şarkılara, çok sesli havalara geçildi. Bayan Earnshaw müziği severdi; onun için, bandocular da bol bol çaldılar.

      Catherine de müziği severdi ama merdivenin en üst basamağından daha iyi dinlediğini ileri sürerek karanlıkta yukarı çıktı; ben de peşinden gittim. Aşağıda evin kapısını kapamışlardı, bu kalabalıkta da bizim yokluğumuzu fark etmelerine imkân yoktu. Catherine merdivenlerin üst basamağında durmadı, daha yukarı gitti, Heathcliff’in hapsedildiği tavan arasına çıkıp ona seslendi. Heathcliff, bir süre karşılık vermemekte ayak diredi ama sonunda Küçük Hanım, onu tahtaların arasından konuşmaya zorladı. Şarkıların kesilip şarkıcıların bir şeyler yiyip içmek için büfeye gidecekleri ana kadar zavallı yavrucaklar rahat rahat konuşsunlar diye hiç ses çıkarmadan bekledim. Sonra Küçük Hanım’ı uyarmak için merdiveni tırmandım.

      Onu, dışarıda bulacağımı sanırken içeriden geldiğini duydum. Küçük maymun kiremitlikteki kapancaların birinden ötekine geçerek içeriye girmişti, onu dışarı çıkarmam da çok zor oldu. Heathcliff’i de yanında getirmişti. Küçük Hanım onu ille mutfağa götürmemi istedi. Kapı yoldaşım da “şeytan ilahileri” dediği şarkılarımızı duymamak için komşuya gitmişti. Onlara dalaverelerine hiçbir zaman alet olmayacağımızı söyledim ama küçük mahluk, bir önceki öğle yemeğinden beri ağzına bir lokma koymadığı için bir kerelik onun, Hindley’i aldatmasına ses çıkarmayacağımı bildirdim.

      Oğlan, aşağıya indi. Ocakbaşına bir iskemle çekip onu oturttum, türlü türlü yiyecekler verdim fakat çocukcağız hastaydı, pek az yemek yiyebildi. Onu eğlendirmek için sarf ettiğim gayretler de boşa gitti. Dirseklerini dizlerine dayamış, çenesini avuçları içine almış, derin düşüncelere dalmıştı.

      Ne düşündüğünü sorduğum zaman da ciddi ciddi şu cevabı verdi:

      “Hindley’den öcümü nasıl alacağımı kararlaştırmaya çalışıyorum. Ne kadar beklemem gerekirse gereksin, sonunda hıncımı alabileceksem sabırla beklerim. İnşallah ben hıncımı almadan ölmez.”

      “Ayıp, Heathcliff, ayıp!” dedim. “Kötüleri cezalandırmak Tanrı’nın işidir; biz sadece bağışlamasını öğrenmeliyiz.”

      Oğlan itiraz etti:

      “Hayır, Tanrı onu cezalandırmaktan benim alacağım zevki alamaz. Ah, bir de bu iş için en iyi yolu seçebilsem! Beni yalnız bırak da plan kurayım. Bunu düşünürken acılarımı unutuyorum.”

      “Ah, Bay Lockwood, bu hikâyelerin sizi oyalayamayacağını unuttum. Böyle durmadan gevezelik ettiğim için de özür dilerim. Lapanız soğumuş, uyukluyorsunuz. Heathcliff’in hikâyesini, daha doğrusu sizi ilgilendirecek kısımlarını yarım düzine kelimeyle de anlatabilirdim.”

***

      Böylece konuşmasına ara veren kâhya kadın, ayağa kalktı, dikişini kaldırmaya koyuldu. Ben ocağın başından ayrılabilecek durumda değildim, hem uyukladığım da yoktu.

      “Oturun, Bayan Dean!” diye bağırdım. “Yarım saatçik daha oturun. Hikâyeyi uzun uzun anlatmakla da çok iyi ettiniz. Benim beğendiğim usul de budur. Hikâyeyi aynı şekilde tamamlamalısınız. Sözünü ettiğiniz herkese karşı da az çok ilgi duyuyorum.”

      “Saat neredeyse on biri vuracak efendim.”

      “Ziyanı yok… Erken yatmaya zaten alışık değilim. Sabah ona kadar yataktan kalkmayan bir kimse için gece birde, ikide yatmak geç sayılmaz.”

      “Sabahları da ona kadar yatmamalısınız. Sabahın en güzel zamanı o saate kadar çoktan geçmiş olur. Saat ona kadar günlük işinin yarısını tamamlamamış olan bir kimse, çoğunlukla öbür yarıyı da ertesi güne bırakmak zorunda kalır.”

      “Her ne hâl ise siz sandalyenize oturun Bayan Dean. Çünkü yarın, geceyi öğleden sonraya kadar uzatmak niyetindeyim. Kendimde müzmin bir soğuk algınlığının belirtilerini teşhis ettim.”

      “Umarım yanılmışsınızdır, efendim. Neyse şimdi izin verirseniz üç yıllık bir süreyi atlayacağım. Bu süre içinde de Bayan Earnshaw…”

      “Hayır hayır, böyle bir şeye asla izin veremem. Siz hiç yalnız başınıza oturup bir kedinin yavrusunu yalayarak temizlediğini seyrederken nasıl bir ruh hâli içinde bulunduğunuzu bilir misiniz? Bu manzarayı öyle büyük bir dikkatle seyredersiniz ki kedi, tesadüfen bir kulağı temizlemeden bırakırsa iyice sinirleriniz bozulur.”

      “Bence bu dediğiniz ruh hâli, pek tembellere yakışan bir şeydir.”

      “Tam tersine, çok yorucu denebilecek kadar hareketli bir ruh hâlidir bu. Ben şimdi bu hâldeyim; onun için hikâyeyi dakikası dakikasına anlatmaya devam edin. Bence buralarda yaşayan insanlar, şehirde yaşayanlardan, tıpkı zindandaki örümceğin zindanda yatan bir insan için taşıdığı önemin, kulübedeki örümceğin kulübede yaşayan bir kimse için taşıdığı önemden üstün oluşu gibi, daha büyük bir kıymet taşımaktadır. Ama gittikçe artan ilgi dışarıdan seyredenin durumundan doğmamaktadır. Buradakiler daha gerçek, daha kendilerince, daha içten yaşıyorlar; sade, göz alıcı değişikliklerden uzak bulunuyorlar. Burada aşkın ömür boyunca sürebileceğine de inanırım; eskiden ise bir aşk macerasının ancak bir yıl devam edebileceğini düşünürdüm. Buradaki durum, tıpkı aç bir adamın önüne bir tabak yemek konup karnını bununla doyurmasının istenmesine, bir başkasının da Fransız aşçının hazırladığı yemeklerle donatılmış bir masanın başına geçirilmesine benziyor. Masadaki yemeklerin hepsinden tadarak sofranın zevkini çıkarmış olur ama her tabağın bu zevk içindeki payı pek küçük kalır.”

      Bayan Dean, benim konuşmama biraz şaşmış gibi görünüyordu.

      “Bizi daha iyi tanıyınca başka yerlerdeki insanlardan farklı olmadığımızı göreceksiniz.” dedi.

      “Af


Скачать книгу
Яндекс.Метрика