Japon Mitleri ve Efsaneleri. F. Hadland DavisЧитать онлайн книгу.
Doğuştan gelen şiir sevgisi ve güzellik, Japon kahramanı üzerinde saflaştırıcı bir etkiye sahip olmuştur ve bunun sonucunda kahramanın gücü nezaketle birleşmiştir.
Benkei, en çok sevilen Japon kahramanlarından biridir. O, pek çok erkeğin gücüne sahipti. Çok zarifti, mizahı duygusu çok gelişkindi ve efendisinin karısı bir çocuk doğurduğunda en sevgi dolu Japon annesinden bile daha nazik olmuştur. Minamoto ordusunun başındaki Yoşitsune ve Benkei, Danno-ura deniz savaşında Taira’yı nihayet mağlup ettiklerinde Şogun başarılarını kıskandı ve bu iki büyük savaşçı ülkeden kaçmak zorunda kaldı. Onları denizin ötesinde, dağların üzerinden, sayısız düşmanlarını defalarca alt ederken takip ederiz. Matsue’de bu talihsiz savaşçılara karşı büyük bir ordu gönderildi. Kamp ateşleri, Yoşitsune ve Benkei’nin son dinlenme yerine ulaşan ışıltılı bir hat üzerinde uzanıyordu. Yoşitsune, karısı ve küçük çocuğuyla bir odadaydı. Ölüm de odadaydı ve ölümün Yoşitsune’nin emriyle gelmesi, kapısız düşmanın emriyle gelmesinden daha iyiydi. Çocuğu bir görevli tarafından öldürüldü ve sevgili karısının başını sol kolunun altında tutarak kılıcını boğazına daldırdı. Yoşitsune, bunları tamamladıktan sonra harakiri yaptı. Diğer taraftan Benkei düşmanla yüzleşti. Uzun bacakları açık, sırtı bir kayaya yaslanmış şekilde durdu. Şafak vakti geldiğinde bacakları açık, cesur vücuduna saplanmış bin okla hâlâ ayakta duruyordu. Benkei ölmüştü ama düşmeyecek kadar güçlüydü. Güneş, gerçek bir kahraman olan ve her zaman sözünde duran bir adamın üzerinde parladı: “İster zafer ister ölüm olsun, efendim nereye giderse onu takip edeceğim.”
Japonya dağlık bir ülkedir ve böyle ülkelerde erkekleri güçlü ve cesur olan bir ulus bulmayı umarız. Yükselen Güneşin Ülkesi bize kesinlikle Kral Arthur’un Şövalyeleri’yle aynı mertebede pek çok savaşçı sunmaktadır. Birçok efsane, şeytanların ve goblinlerin yok edilmesi ve tutsak olma talihsizliğine maruz kalan bakirelerin kurtarılmasıyla ilgilidir. Bir kahraman İmparator’un sarayının çatısına çömelmiş büyük bir canavarı öldürür, bir diğeri Oyeyama Goblini’ni kovar, diğeri kılıcını devasa bir örümceğin içinden geçirir ve diğeri bir yılanı öldürür. Tüm Japon kahramanları, neye teşebbüs ederlerse etsinler coşkun macera ruhunu ve bu amaca bağlılığı, bugün hâlâ Japon halkının karakteristik özelliği olan tehlikeyi ve ölümü soğukkanlı bir şekilde hiçe saymayı ortaya koyar.
“Bambu Kesici ve Ay Bakiresi” (Üçüncü Bölüm), Taketori Monogatari isimli bir onuncu yüzyıl hikâyesinden uyarlanmıştır ve Japon romantizminin en eski örneğidir. Yazarı belli değildir, ancak Kyoto’daki saray hayatı hakkında ayrıntılı bilgi sahibi biri olmalı. Bu son derece büyüleyici hikâyedeki tüm karakterler Japondur. Ancak olayların çoğu pitoresk masallar açısından çok zengin bir ülke olan Çin’den ödünç alınmıştır. F. V. Dickins, Taketori Monogatari hakkında şöyle der: “Leydi Kaguya’nın hikâyesinin biçimi ve zarafeti yerlidir, son derece acıklı doğası, doğal tatlılığı kendine aittir. Basit cazibesi ve düşünce ve dildeki saflığıyla ne Orta Krallık’ın ne de Ejder Uçuşu Ülkesi’nin kurgusu bakımından rakipsizdir.”
İnsan, Japon efsanesini incelerken özellikle evrenselliği ve ayrıca çok keskin zıtlıkları karşısında şaşkına dönüyor. Çoğu ulus güneşi ve ayı, yıldızları ve dağları ve doğanın en büyük eserlerini tanrılaştırmıştır; ancak Japonlar, açelyaların kırmızı çiçeklerini tanrıların alevleri ve Fuji’nin beyaz karlarını ilahi varlıkların giysileri olarak tarif ederler. Efsaneleri, bir yandan her şekilde, esasen şiirseldir ve Fuji Dağı’na tapanların da en küçük böcekler hakkında anlatacak ruhani hikâyeleri vardı. Japonya’nın doğa sevgisini vurgulamaya gerek bile yok. Kojiki ve Nihongi’ye kaydedilen ilk mitler oldukça ilgi çekicidir; ancak ağaçlara, çiçeklere ve kelebeklere can veren sonraki efsanelerle veya doğanın ilahi anlamını son derece nazik bir şekilde, ancak aynı zamanda zorlamayla ortaya çıkaran dini geleneklerle karşılaştırılamazlar. Ölüler Bayramı ancak güzelin, yaşamın dayanak noktası ve sevinci olduğu bir halk arasında ortaya çıkmış olabilir. Çünkü bu festival, merhumlara yaz aylarında çam ağaçlarıyla kaplı yeşil tepeleri aşmaları, göl ve deniz kıyısında dolambaçlı yollarda dolaşmaları; eski, sevilen bahçelerde oyalanıp gizlice hep gördükleri evlere girmeleri için, eski dünyevi uğrak yerlerine geri dönme çağrısından başka bir şey değildir. Bir Budist cenneti hakkındaki coşkulu anlatım, Japon düşünce yapısı veya Eski Yamato’nun ruhunu hâlâ koruyanlar için yaz aylarındaki Japonya kadar zarif değildir.
Belki de Japon mitleri, efsaneleri, masalları ve halk hikâyeleri tam anlamıyla şiirsel değildir veya sevimliliğe doyma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağız. Kutsal yapının dış tarafındaki çirkin çörtenlere baktığımız için Gotik bir katedralin kemerlerini takdir ediyor olabiliriz; Japonya efsanelerinde nazik ve sevgi dolu Jizo’yla ilişkili geleneklerle keskin bir tezat oluşturan birçok anlamsız şeye rastlıyoruz. Japon efsanelerinde çok fazla ham gerçekçilik unsuru bulunur. Gök Gürültüsü Tanrısı’nın en sevdiği yemek bizi iğrendiriyor, tilkilerin ve kedilerin sihirli güçleri karşısında şaşkına dönüyoruz. “Kulaksız Hoiçi”nin ve ceset yiyen rahibin hikâyesi, tuhaf ve korkunç olanın birleşiminin çarpıcı örneklerini sunuyor. Bir hikâyede çaydanlığın soytarılıklarına gülüyoruz, diğerinde ise mırıldanan küçük bir Japon yorganını okuduğumuzda neredeyse gözyaşlarına boğuluyoruz: “Ağabey hava muhtemelen soğuk, değil mi? Hayır, sen üşümüş olmayasın?”
Elimizde çok sayıda Japon masalı var, ancak şimdiye kadar tuhaf ve güzel gelenekler açısından böylesine zengin bir ülkenin mitleri ve efsaneleri hakkında kapsamlı bir çalışma sunan hiçbir kitap yazılmadı. Keyifli bir emeğin sonucu olan bu çalışmanın konuya gerçek bir katkı sağlaması umulmaktadır. Japon mitlerinin ve efsanelerinin tam bir derlemesini yapmak için hiçbir girişimde bulunmadım, zira bunların sayısı bir hayli fazladır. Hiç olmazsa bunları temsil edecek seçimler yapmaya çalıştım ve bu ciltte yer alan hikâyelerin çoğu genel okuyucu için yeni olacaktır.
Lafcadio Hearn, bir mektubunda şöyle der: “Periler dünyası, tıpkı bir çocuğun bir kelebeği yakalaması gibi çok yumuşak ve tatlı bir şekilde ruhumu yeniden ele geçirdi.” Biz de benzer ruhu benimsersek büyük Kobo Daişi’nin göğe ve akan suya, kalbimizin üzerine Eski Japonya’nın ihtişamını ve büyüsünü yazacağı Tanrılar Ülkesi’ne yolculuk edeceğiz.
Kobo Daişi rehberliğinde Fuji Dağı’nın varoluşuna tanık olacağız, Deniz Kralı’nın sarayında ve Ebedi Gençlik Ülkesi’nde dolaşacak, güçlü kahramanların savaşlarını izleyecek, azizlerin bilgeliğini dinleyecek, kuşlar köprüsünün üzerinden Semavi Nehri geçeceğiz ve yorulduğumuzda sürekli gülümseyen Jizo’nun elbisesinin uzun kollarına sığınacağız.
I
Tanrilar Dönemi
İlk Zamanlar
Bize anlatıldığına göre, ilk başta “Gök ile Yer henüz birbirinden ayrılmamış ve In ile Yo henüz bölünmemişti.” Diğer kozmogoni hikâyelerini anımsatan bir başlangıç. Çinlilerin Ying-Yang’ının eşdeğeri olan In ve Yo, eril ve dişil ilkelerdi. Eski Japon yazarlar için yaratılışın ortaya çıkışını kendi doğum biçimlerinden çok da uzak olmayan terimlerle tasavvur etmeleri daha uygundu. Polinezya mitolojisinde Rangi ile Papa’nın Gök ile Yeryüzü’nü temsil ettiği, Mısır ve diğer kozmogoni hikâyelerinde daha fazla paralellik bulunabilecek hemen hemen aynı anlayışı bulabiliriz.
Bunların neredeyse hepsinde eril ve dişil ilkelerin çok önemli ve her şeye rağmen çok rasyonel bir rol oynadığını görüyoruz. Nihongi’de, bu