Ndura. Ormanın Oğlu. Javier Salazar CalleЧитать онлайн книгу.
yoktu. Sızlanmaya devam ederek çantaları almak için ağaca geri tırmandığımda yiyecek dolu olan çantanın kayıp olduğunu fark ettim. Şaşkınlıktan sarsılıp az kalsın ağaçtan tekrar düşüyordum. O çanta olmadan hiçbir şey yapamazdım. Beni bir korku sardı, dallar arasında çantayı aradım ve tam da artık bulamayacağım derken yere düşmüş ve içinde ne var ne yoksa etrafa saçılmış olduğunu gördüm. Muhtemelen ya ağaçtan düşerken benimle birlikte sürükleyip ya da gece uykumda dönüp çantayı aşağı ben atmıştım. Öteki çantayı omzuma takıp dikkatle aşağı indim ve görebildiğim ne varsa topladım: üç kutu meşrubat, bir tane soğuk sandviç, yarısı yenmiş ve her yerini karınca talamış birkaç kurabiye, salatada kullanmalık paket tuzların olduğu bir kutu ve sonradan ayva dolu olduğu anlaşılan iki kutu. Hayvanlar götürmüş olacak ki gerisi kaybolmuştu. Ben de çantanın gece düştüğü sonucuna vardım.
Elimdekileri sayarak işime neyin yayıp neleri atabileceğimi görmeye karar verdim. Gereksiz ağırlık taşımak saçma gelmişti ve elimin altında ne var ne yok bilmem gerekiyordu. Çantamdan yiyeceğin dışında babama almış olduğum bıçak, ahşap figürlerin tamamı, Orta Afrika gezi rehberi, bir paket peçete, 8X30 ebadında bir dürbün, haki kumaştan bir bez şapka ve bir “I love Namibia” tişörtü çıktı. İlaç kitinde hâlâ yarısı dolu bir kutu aspirin, hiç açılmamış bir kutu ishal ilacı, bir bandaj, üç yara bandı ve birkaç tane mide bulantısı hapı vardı. Tabi bir de belgeler. Juan'ın çantasında da kendi belgeleriyle uçaktan aldığı üç battaniye ve yastık, Svahilice konuşma kılavuzu, güneş gözlüğü, bir şapka, çikolatalar, neredeyse boşalmış bir litrelik plastik su şişesi, bir tane çatal, bir tane büyük birkaç tane de küçük ahşap fil figürü, neredeyse dolu bir sigara paketi ve bir de çakmak vardı.
İki çantayı birden yanıma alamayacağımdan her şeyi daha iyi durumda olan kendi çantama doldurdum ama battaniyelerden birini, çok yer kaplayan bir yastığı ve o ortamda hiçbir işime yaramayacak ahşap figürleri yanıma almadım. Bunları gömüp üzerlerini çer çöple kapladım. Atılacaklardan bazılarını atarken her birinin kime ait olduğunu hatırladım: Elena’ya, aileme ve arkadaşlarım Alex’le Juan’a. Tekrar ağlamaya başlamam çok sürmedi çünkü hiçbirini bir daha göremeyecektim. Tabi Alex’le Juan’ı çok geçmekten görürdüm; cennette ya da artık öldükten sonra nereye gidiliyorsa orda.
Çikolatalar sıcaktan tamamen erimişti, ben de hepsini birden yiyerek ambalajlarını yalayıp tertemiz ettim. Tatları inanılmaz güzel geldi. Şişede kalan azıcık suyu da içtim. O esnada durup bir sonraki adımımı düşünmek zorunda olduğumu fark ettim. Aklıma bazı sorular geldi: İsyancılar hayatta kaldığımı biliyor muydu? Nereye gitmeliydim?
İlk soruya hiçbir cevabım yoktu. Belki beni gören yolculardan birine itiraf ettirmişlerdi, belki etrafı kolaçan edip izimi ya da içtikten sonra (o an tek düşündüğüm şey kaçmak da olsa çok büyük bir hata yapıp) yere attığım meşrubat kutusunu bulmuşlardı, belki dört bir yana dağılmışlardı ve her şekilde beni bulacaklardı ya da belki hiçbir şey bilmiyorlardı. Ne olursa olsun artık daha dikkatli olmak ve nereye gidersem gideyim mümkün olduğunca az iz bırakmak zorundaydım.
Gideceğim yöne gelince, uçak döne döne inerken ufukta, ormandaki kocaman bir açıklıkta bir kasaba gördüğümü hatırlar gibiydim. Bilmediğim şeyse orasının isyancıların üssü olup olmadığıydı fakat bize saldırdıkları tarafa çok yakın olduğundan bu ihtimal çok olasıydı. Afrika’nın güneyinden kuzeyine doğru gitmekte olduğumuzdan, kuzeye ilerlemeyi sürdürürsem ormanın sonuna ulaşıp başka bir ülkeye geçeceğimi ve yardım bulma olasılığımın artacağını hesap ettim. Arkadaşlarımı çok özlemiştim. Alex'in içi içine sığmayan heyecanı, iyimserliği ve neşesi ile Juan’ın serinkanlı analitik düşünme kabiliyeti, sükûneti ve bir sorunla karşılaştığı zaman kullandığı karar alma becerileri tam o anda çok da işe yarardı. O an yanımda olmalarına, hiç yoktan peyda olmuş bu kaçışı olmayan belayla yüzleşmem için bana cesaret vermelerine nasıl da ihtiyacım vardı! İçinde bulunduğum durum onlarla çok daha kolay bir hâle gelirdi, hatta eve döndükten sonra anlatacağım bir macera bile olurdu ama onlar ölmüş, öldürülmüş, sinir bozucu sinekler gibi itlaf edilmiş, hayatlarının baharında soldurulmuşlardı. Bense her şeye rağmen hayatta kalmak mecburiyetindeydim. Şerefsizler, o… çocukları! Sakin, Javier, sakin! Sakinliğimi korumak zorundaydım, bir nebze de olsa şansım olsun istiyorsam tek seçeneğim buydu. Pekâlâ, güneş doğudan yükselip batıdan batar, yani eğer aşağı yukarı şu taraftan doğmuşsaaa… şu taraftan batmıştır. Bu yön bulma yöntemiyle bir yere varırsam kabiliyetle falan alakası olmaz, tam bir mucize olurdu. Her neyse, emin olmak için görebildiğim en yüksek ağaçlardan birine tırmandım.
Basamak olarak kullanabileceğim bir sürü dal olduğundan tırmanması kolaydı ancak yükseklere çıktıkça dallar hem küçüldü hem de yumuşadı, ben de dalların en geniş ve dayanıklı kısımları olan diplerine basmaya özen gösterdim. Etrafındaki ağaçların çoğunu gölgede bırakan bir ağaçtı bu ve neredeyse tepesine vardığımda gözlerimin önüne serilen manzara korku vericiydi. Her yanı halı gibi kaplamış, zeminin hatlarına göre dalga misali bir yükselip bir alçalan yeşil bir deniz, uzayıp giden muazzam bir canlılık… Sayısız ağacın tepe yapraklarının oluşturduğu o sık dokunmuş halıdan yalnızca diğerlerinden çok daha uzun olan tek tük ağaç çıkıntı yapıyordu. Nereye baksam ağaçların tepelerini görüyordum, sonu yok gibiydi. Dürbünle bile hangi yöne baktıysam ağaçtan başka bir şey göremedim. İşin aslı, bunun yön tayin etmemde pek bir faydası olmadı. Ağaçtan inip Juan’ın çantasını içindekilerle birlikte, devrilmiş bir ağaç gövdesinin altına yarı gömülü şekilde sakladım. Son anda Elena için aldığım zürafayı yanıma almaya karar verdim çünkü onu bir daha görecek olursam verecek bir hediyem olmasını istedim. Buradan geçtiğime işaret edecek açık bir iz bıraktım mı diye son bir kez etrafa bakınıp yeteri kadar ikna olduktan sonra çok da fazla ümitlenmeyerek yürümeye koyuldum. Arkadaşlarıma ciddi ciddi ihtiyacım vardı!
Ormanda yürürken gösterişli göğüs kısımları kırmızı, vücutlarının geri kalanı yeşilimsi renkte olan birkaç renkli kuşa rast geldim6. Dalların arasında on iki ilâ on beş kuşluk gruplar hâlinde inanılmaz bir çeviklikle uçuşuyorlardı. Ufacık bir ses çıkardığım anda gözden kayboluverdiler. O güzeller güzeli hayvanlar, ormanın amansızca üzerime saldığı yalnızlık hissinden, basıklık, depresyon ve boğulma hissinin artık yoldaşım olduğu o düşman, acımasız, hep kasvetli ve baskıcı dünyadan beni bir anlığına uzaklaştırmıştı.
Yol zorluydu, sürekli bir şeylerin etrafından dolanmak ya da engellerin üzerinden atlamak zorunda kalıyordum. Ara ara bir açıklığa denk gelsem de görülürüm korkusuyla kenarlarından dolanıyordum. Durmaksızın terliyordum ve çok susamıştım ama elimde sadece üç tane kaldığından bir tane daha meşrubat içmek istemedim. Hava 26 – 27 derece olsa gerekti ve bayağı nemliydi, bu da basıklık ve sıcaklığı daha da hissedilir kılıyordu. Gömleğimi bir süre çıkardıysam da üşüşen sivrisineklerin ısırıklarından dolayı tekrar giymek zorunda kaldım. Yer yer orman öyle sıklaşıyordu ki önceden bulduğum bir sopayı pala niyetine kullanıp yol açmak durumunda kalıyordum. Bu tür durumlarda resmen yerimde sayıyordum çünkü elimdeki sopayla en fazla geçtiğim yerdeki dalları itebiliyordum ama kesemiyordum. Bir de kıyafetlerimin kapatamadığı yerlerde dizlerimden ve dirseklerimden aşağısı ormandaki bitkilere sürtündüğü için yara bere içinde kalmıştı. Yüzümde bile birkaç yerin kaşınması bana yüzümde de kesikler olduğunu düşündürdü.
Zemin kâh tahrip olmuş ağaç dal ve gövdeleriyle dolu kâh yapraklarla kaplı ve yumuşaktı, dolayısıyla