Kanaldaki Kadın. Пер ВалёЧитать онлайн книгу.
uyan yok.”
Ofisine geri dönüp bekledi.
Telefon on beş dakika sonra çaldı.
“Otopsi istemek zorundayız,” dedi doktor.
“Boğularak mı öldürülmüş?”
“Öyle olduğunu düşünüyorum.”
“Tecavüz var mı?”
“Olduğunu düşünüyorum.”
Doktor bir saniye durdu. Ardından ekledi: “Ve son derece sistemli biçimde.”
Ahlberg işaret parmağının tırnağını ısırdı. Cuma günü başlayacak olan tatilini ve karısının bundan dolayı ne kadar mutlu olduğunu düşündü. Doktor, sessizliği yanlış yorumladı.
“Şaşırdın mı?”
“Hayır,” dedi Ahlberg.
Telefonu kapatıp Larsson’un ofisine gitti. Sonra birlikte emniyet amirinin ofisine gittiler.
On dakika sonra, emniyet amiri ilçe idaresinden adli tıp otopsi muayenesi için izin istedi, onlar da Devlet Adli Tıp Enstitüsü’ne başvurdular. Otopsi yetmiş yaşında bir profesör tarafından yürütüldü. Stockholm’den gece treniyle geldi ve gayet dinç ve neşeli görünüyordu. Otopsiyi neredeyse aralıksız çalışarak sekiz saatte tamamladı.
Ardından şu ifadelerle bir ön rapor bıraktı: “Ağır cinsel saldırıyla birlikte boğularak öldürülme. Ciddi iç kanama gözlemlendi.”
O arada soruşturma belgeleri ve raporlar Ahlberg’in masasında birikmeye başlamıştı bile. Hepsi tek cümleyle özetlenebilirdi: Borenshult’taki kanal havuzunda ölü bir kadın bulunmuştu.
Şehir içi veya çevre polis merkezlerinin hiçbirinden kayıp ihbarı gelmemişti. Bu eşkâle uyan kayıp ilanı yoktu.
3
Saat sabah beş çeyrekti ve yağmur yağıyordu. Martin Beck ağzının içindeki kurşun tadından kurtulmak için dişlerini her zamankinden uzun fırçaladı.
Yakasını ilikledi, kravatını taktı ve aynadaki yüzüne umursamaz şekilde baktı. Omuz silkip koridora çıktı, oturma odasından devam etti, dün gece geç saatlere kadar üzerinde çalıştığı, Danmark eğitim gemisinin tamamlanmamış maketine şöyle bir özlemle bakıp mutfağa geçti.
Çok sessiz ve dikkatli hareket ediyordu, kısmen alışkanlıktan kısmen de çocukları uyandırmamak için. Mutfak masasına oturdu.
“Gazete hâlâ gelmedi mi?” dedi.
“Asla altıdan önce gelmez,” diye cevap verdi karısı.
Dışarıda hava tamamen aydınlanmış ama bulutluydu. Mutfağa giren gün ışığı gri ve kesifti. Karısı ışıkları açmamıştı. Kendince tasarruf ediyordu.
Martin ağzını açtı ama bir şey demeden tekrar kapattı. Dese tartışma çıkacaktı ve şimdi sırası değildi bunun. Onun yerine, mutfak masasının formika yüzeyinde yavaş yavaş parmaklarını tıkırdattı. Mavi gül desenli, ağız kenarında bir kırığı ve çentikten aşağı inen kahverengi bir çatlağı olan boş fincana baktı. Bu fincan evliliklerinin başından beri onlarlaydı. On yıldan uzun süredir. Karısı nadiren bir şey kırardı, kırdığında da tamiri kolay olurdu. Tuhaf olan, çocukların da aynı böyle olmasıydı.
Bu tür özellikler irsî olabilir miydi? Bilmiyordu.
Karısı ocaktan kahve demliğini alıp fincanını doldurdu. Martin Beck parmaklarıyla masayı tıklatmayı bıraktı.
“Sandviç istemez misin?” diye sordu karısı.
Martin Beck küçük yudumlar halinde kahvesini dikkatle içiyordu. Masanın bir ucunda, omuzlarını hafif devirmiş halde oturuyordu.
“Bir şey yemen şart ama,” diye ısrar etti karısı.
“Sabahları bir şey yiyemiyorum, biliyorsun.”
“Yine de yemen lazım,” dedi karısı. “Özellikle sen, miden yüzünden.”
Martin Beck parmaklarını yanağında sürtünce tıraş bıçağının kaçırdığı yerleri hissetti. Biraz daha kahve içti.
“Ekmek kızartabilirim,” diye önerdi karısı.
Beş dakika sonra Martin Beck kahve fincanını altlığa bıraktı, ses çıkarmadan kenara kaldırıp karısına baktı.
Kadın naylon geceliğinin üstüne yumuşak, kırmızı bir bornoz giymişti ve dirseklerini masaya yaslamış, çenesi avuçlarında oturuyordu. Sarışındı, açık tenliydi ve yuvarlak, hafif patlak gözleri vardı. Genelde kaşlarını koyuya boyardı ancak yazın rengi açılmıştı ve şu anda saçları kadar sarıydılar. Martin Beck’ten birkaç yaş büyüktü ve son birkaç yıldır epey kilo almış ve gıdısı sarkmaya başlamıştı.
Bir mimarlık ofisinde çalışırken on iki yıl önce kızları doğunca işten ayrılmış, o zamandan beri de tekrar çalışmayı düşünmemişti. Çocuk okula başlayınca Martin Beck karısına yarı zamanlı bir iş aramasını önermişti ama o buna değmeyeceğini düşünmüştü. Hayatından memnundu hem, ev hanımı rolünü seviyordu.
Martin Beck, “Tabii ya,” diye düşünüp ayağa kalktı. Mavi boyalı tabureyi sessizce masanın altına itti, pencerenin önünde dikilip dışarıda çiseleyen yağmura baktı.
İleride, park alanının ve çimenlerin aşağısında, otoyol dümdüz ve boş uzanıyordu. Metro istasyonunun arkasında kalan tepedeki dairelerden çok azının penceresinde ışık vardı. Alçak, gri gökyüzünde birkaç martı dönerek uçuyordu. Onların haricinde etrafta in cin top oynuyordu.
“Nereye gidiyorsun?” dedi karısı.
“Motala’ya.”
“Uzun mu kalacaksın?”
“Bilmiyorum.”
“Şu kadın mı?”
“Evet.”
“Sence uzun mu kalırsın?”
“Senden fazlasını bilmiyorum. Gazetelerde ne okuduysam o.”
“Neden trenle gitmek zorundasın ki?”
“Diğerleri dün yola çıktı. Normalde onlarla gitmeyecektim.”
“Her zamanki gibi arabada yanında olacaklar tabii ki, değil mi?”
Martin Beck sabırla derin bir nefes alıp camdan dışarıya baktı. Yağmur diniyordu.
“Nerede kalacaksın?”
“City Oteli.”
“Yanında kimler olacak?”
“Kollberg ve Melander. Onlar dün gitti.”
“Arabayla mı?”
“Evet.”
“Sen de trende oturup sarsıla sarsıla gitmek zorundasın yani?”
“Evet.”
Martin Beck karısının arkada ağız kısmı kırık, mavi güllü fincanı yıkadığını duydu.
“Elektrik faturasını ödemem lazım, ayrıca ufaklığın binicilik dersi bu hafta.”
“Yeterli paran yok mu?”
“Bankadan çekmek istemiyorum, biliyorsun.”
“Hayır, tabii.”
Martin Beck iç cebinden cüzdanını çıkarıp içine baktı. Ellilik bir banknot çıkardı, paraya baktı, geri koydu ve cüzdanı tekrar cebine yerleştirdi.
“Para çekmekten