Yanlış Yol. Хеннинг МанкелльЧитать онлайн книгу.
Yaşlı rahip hikâyesini sabırla dinledi. Sonra başını salladı.
“Onu vaftiz edeceğim,” dedi. “İnandığınız bir şey için uzun bir yol yürüdünüz. Bugünlerde böyle şeyler çok olmuyor. İnsanlar inançları için nadiren uzun mesafeler yürürler. İşte bu yüzden dünya böyle görünüyor.”
Pedro, rahibi loş katedrale kadar takip etti. Vaftiz kurnasına doğru ilerlerken Dolores’in yanında olduğunu hissetti.
“Kızın adı ne olacak?” diye sordu.
“Annesinin adı, Dolores olacak. Ve Maria. Dolores Maria Santana.”
Vaftizden sonra Pedro meydana çıktı, on yıl önce Dolores’le tanıştığı yere oturdu. Kızı sepette uyuyordu. Hiç kıpırdamadan oturdu, derin düşüncelere dalmıştı.
Ben Pedro Santana, basit bir adam. Tek mrasım yoksulluk ve amansız bir sefalet. Karımla birlikte yaşamama bile izin verilmedi. Ama kızımızın farklı bir hayatı olacağına yemin ederim. Onun için her şeyi yapacağım. Sana söz veriyorum Dolores, kızının uzun, mutlu ve değerli bir hayatı olacak.
O akşam Pedro, sevgili kızı Dolores Maria Santana’yla şehri terk etti. O zaman sekiz aylıktı.
Skåne
21-24 Haziran 1994
1
Kendini değiştirmeye şafak sökmeden önce başlamıştı.
Terslik çıkmaması için her şeyi en küçük ayrıntısına dek büyük bir titizlikle planlamıştı. Bu tüm gününü alabilirdi ve zamanını iyi kullanmak istiyordu. İlk olarak fırçayı alıp yüzüne doğru kaldırdı. Yerdeki kasetçalardan gelen davulun sesini duydu. Aynada yüzüne baktı. Sonra alnına ilk siyah çizgiyi çekti. Ellerinin titremediğini fark etti. En azından tedirgin değildi. Üstelik ilk kez savaş makyajı yapmasına karşın tedirgin olmayışı iyiydi doğrusu. Bu zamana değin kendini tüm haksızlıklardan kaçarak savunmuştu. Oysa artık tüm içtenliğiyle büyük bir değişim yaşamaya hazırlanıyordu. Elindeki fırçanın her darbesiyle eski yaşamını arkasında bıraktığını hissediyordu. Artık geriye dönüşü olmayan bir yoldaydı. Bu akşam oyun bir daha asla başlamamak üzere sona erecek, kendisi de bir savaşa katılacaktı. Ve insanlar ölecekti.
Odadaki ışık oldukça parlaktı. Işık gözlerini kamaştırmasın diye aynaları tam önüne yerleştirmişti. Odaya girip kapıyı kilitlemeden hiçbir şeyi unutmadığından emin olmak için son bir kez daha odaya bakmıştı. Her şey yerli yerindeydi. Yıkanmış fırçalar, boyaların konulacağı küçük porselen çanaklar, havlular ve su. Küçük tezgâhın hemen yanı başında da siyah bir örtünün üstünde sırayla dizilmiş üç balta, çeşitli bıçaklar ve göz yaşartıcı sprey kutularından oluşan savaş silahları duruyordu. Kesin olarak karar veremediği tek konu buydu. Şafakla birlikte bu silahlardan hangisini yanına alacağına karar vermesi gerekiyordu. Hepsini alamazdı. Yine de kendini değiştirmeye başlamasıyla birlikte hangi silahı alacağının da kesinlik kazanacağını biliyordu.
Yüzünü boyamak için tabureye oturmadan önce parmağının ucuyla baltalarına ve bıçaklarına dokundu. Daha keskin olamazlardı. Parmağını bıçaklardan birinin keskin ucuna dayayarak biraz daha fazla bastırma isteğine karşı koyamadı. Bastırmasıyla parmağın kanamaya başlaması bir oldu. Parmağını ve bıçağın ucunu havluyla sildi. Sonra da aynanın karşısına oturdu.
Alnını siyaha boyayacaktı. Sanki bu sırada beynini ikiye bölüp yaşamı boyunca kendisine acı veren anılarını ve kendisini küçümseyen tüm düşüncelerini dışarı boşaltıyordu. Daha sonra daireler çizerek yüzünü kırmızı ve beyaza boyayacak, ayrıca yanaklarını yılan benzeri desenlerle süsleyecekti. Bir hayvan olarak yeniden varlık bulacak ve bir daha asla insan gibi konuşmayacaktı. Eğer gerekirse dilini bile kesmeye hazırdı.
Değişimi tüm gününü almıştı. Akşamüstü saat altı civarında her şey tamamlanmıştı. Üç baltanın en büyüğünü de yanına almaya karar vermişti. Baltayı belindeki kalın, deri kemerinin arasına sıkıştırdı. İki bıçağını da kınlarına yerleştirmiş, göz yaşartıcı sprey kutularını ceketinin cebine koymuştu. Çevresine bakındı. Hiçbir şeyi unutmamıştı.
Son bir kez daha aynada kendini inceledi. Ürperdi. Sonra özenle motosiklet kaskını başına geçirdi, ışığı kapattı ve geldiği gibi yine yalın ayak odadan dışarı çıktı.
Dokuzu birkaç dakika geçe Gustaf Wetterstedt televizyonun sesini kısarak annesine telefon etti. Vazgeçemediği alışkanlıklardan biriydi bu. Yirmi beş yıl önce adalet bakanlığı görevinden emekli olmasından ve siyasi yaşamını geride bırakmasından bu yana televizyondaki haberleri zevk almadan ve tiksinerek izliyordu. Politikadan artık uzakta olduğu gerçeğini nedense bir türlü kabullenemiyordu. Bakanlığı sırasında, kamuoyunun gözünün önünde olan siyasi bir kişi olarak, en az haftada bir kez ekranda görünürdü. Televizyona her çıkışının sekreteri tarafından videoya alınması konusunda son derece titiz davranırdı. Şimdi bu video kasetler çalışma odasındaydı. Zaman zaman oturup yeniden izlerdi. Bunlar onun için kötü niyetli bir muhabirin sorduğu alaycı ya da beklenmedik sorular karşısında soğukkanlılığını yitirmeyen bir bakanı simgelediğinden kasetleri, büyük keyifle izlerdi. Bir yandan da habercilerden korkan diğer bakanlar gibi olmamanın verdiği üstünlük duygusunu yeniden yaşardı. Habercilerin beklenmedik sorularından korkan diğer bakanlar kameraların karşısında asla dimdik duramazlar, her zaman ezik olurlardı. Oysa o her zaman dimdik kalmıştı. Kimse onu tuzağa düşüremezdi. Haberciler asla onu ezememişler ve bunun sırrını da hiçbir şekilde çözememişlerdi.
Saat dokuzda haber özetlerini dinlemek için televizyonu açmıştı. Şimdi de sesini kıstı. Ahizeyi kaldırarak annesini aradı. Annesi onu çok genç doğurmuştu. Doksan dört yaşında olmasına karşın hâlâ aklı başındaydı ve alabildiğine enerjikti. Stockholm’ün merkezinde oldukça büyük bir evde tek başına yaşıyordu. Ahizeyi kaldırıp numarayı her çevirişinde telefonun açılmamasını dilerdi içinden. Yetmiş yaşını geçmiş olduğundan artık annesinin kendisinden daha uzun yaşayacağını düşünerek korkmaya başlamıştı. Onun ölmesini her şeyden çok istiyordu. Böylelikle sonunda yalnız kalabilecek, onu her gün aramak zorunda kalmayacak ve kısa süre sonra annesinin yüzünü bile unutabilecekti.
Annesini aradı. Sesi kısılmış televizyonda haberleri veren spikere baktı. Dördüncü çalışla birlikte annesinin sonunda ölmüş olabileceğinin hayalini kurmaya başladı. Sonra da annesinin sesini duydu. Onunla konuşurken sesinin olabildiğince yumuşak çıkmasına özen gösterirdi. İyi olup olmadığını, kendisini nasıl hissettiğini, o gün neler yaptığını sordu. Hâlâ ölmediği ortaya çıktığına göre bu konuşmayı elinden geldiğince kısa kesmek istiyordu.
Telefonu kapattı ama elini ahizeden çekmedi. Bu kadın asla ölmeyecek, diye geçirdi içinden. Ben onu öldürmediğim sürece de ölmeyecek.
Sessiz odada oturmayı sürdürdü. Dalgaların sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Kanepeden kalkarak denize bakan büyük balkonun camına yaklaştı. Alaca karanlığın baştan çıkarıcı bir güzelliği vardı. Geniş arazisinin altında uzanan kumsal bomboştu. Herkes televizyon karşısında oturuyor olmalı, diye geçirdi içinden. Bir zamanlar televizyon karşısına geçip benim habercileri nasıl köşeye sıkıştırdığımı izlerlerdi. O günlerde adalet bakanıydım. Aslında dışişleri bakanı olmalıydım ama nedense olamadım.
Perdeleri çektikten sonra karşısına geçerek iyi kapatıp kapatmadığına baktı. Ystad’ın doğusundaki bu evde elinden geldiğince dikkatleri çekmeden yaşamaya çalışmasına karşın zaman zaman bazı meraklı gözlerden kaçması kolay