Altın çağ. Кеннет ГрэмЧитать онлайн книгу.
ki iyi bir aslanmış işte,” diye muzaffer bir edayla haykırdı Edward. “Ama asıl soru şu: Aslanları gördüğünüzde onların iyi olup olmadığını nasıl anlarsınız?”
“Martha’ya sorarım,” diye cevap verdi Harold, hep böyle basit düşünürdü.
Edward küçümseyici bir kahkaha patlattı, sonra Charlotte’a döndü. “Şimdi, şu aslan oyununu oynayalım, neyse, ben şu köşeye gidip aslan olacağım. Daha doğrusu yol kenarlarına dikilmiş iki aslan olacağım, siz de bana doğru geleceksiniz, ama zincirlenip zincirlenmediğimi bilmeyeceksiniz, çok eğlenceli olacak!”
“Hayır, teşekkürler,” diye sertçe reddetti Charlotte. “Sana iyice yaklaşana kadar zincirlenmiş numarası yapacaksın, sonra zincirlerinden kurtulup beni paramparça edeceksin, elbisemin her yanı çamurlanacak, hatta belki canımı acıtacaksın. Senin aslanlarını çok iyi biliyoruz!”
“Hayır, yemin ederim öyle yapmayacağım,” diye itiraz etti Edward. “Bu sefer bambaşka, hayal edemeyeceğiniz türden bir aslan olacağım.” Hemen duracağı yere doğru koştu. Charlotte tereddüt etti, ama sonra çekinerek ilerlemeye başladı; attığı her adımda kendi benliğini bir kenara bırakıyor, içinde bulunduğu duruma uyum sağlayıp endişeli gezgin rolünü üstleniyordu. Onun gelişini gören aslanın öfkesi ise korkunç ölçüde arttı, kükreyişiyle gökyüzünü inletti, öyle ki gökyüzü bile korkmuştu. İkisi de iyice oyuna dalana kadar bekledim, ardından çiğnenmiş yolun kenarındaki çitin üstünden atlayıp boş çayırlıklara yöneldim. Aslında insanlardan uzak duran bir tip sayılmazdım, üstelik Edward’ın aslan tiplemelerinden de tamamen bıkmamıştım, ancak şu yüce sabahın albenisi ve içimde uyandırdığı tutku kanımı kaynatıyordu.
Toprak toprağa! İçime dokunan melodi, günün şen daveti böyle duyuluyordu. Suskunluğunu bir kenara bırakan neşeli doğa, her zerreyi sahiplenen ve harekete geçiren şarkısını avaz avaz söylerken, insani tartışmalar kulağa kuru gürültü gibi geliyordu, oyunlarımız ise yapay kalıyordu. Hava şarabı andırıyordu, ıslak toprak kokusu şarabı andırıyordu, tarlanın ucundaki mandıradan gelen esinti ve tarlakuşunun sesi şarabı andırıyordu, uzaklardaki bir trenin şiddetle nefes alıp verişi ve üflediği duman da şarabı andırıyordu; her şey ama her şey şarabı andırıyordu yahut bir şarkıyı, belki de bir kokuyu… Kimbilir, bunlar belki de hepsinin harmanlandığı bir birlikteliği andırıyordu. Bunu tanımlayacak kelimeleri bulamıyordum, farkında olduğum o dünyevi akışı tarif edemiyordum; o zamandan beri de doğru kelimeleri bulduğum söylenemez. Bir o yana bir bu yana, bağıra bağıra koşuşturdum. Topuklarımı büyük bir keyifle vıcık vıcık toprağa batırdım. Elimdeki sopayla su birikintilerine vurup etrafa minik elmaslar yağdırdım. Elime aldığım toprak parçalarını gökyüzüne doğru gelişigüzel savurdum, sonra nasıl olduysa kendimi şarkı söylerken buldum. Sözler saçma sapandı, anlamsızca mırıldanıyordum. Melodi de doğaçlamaydı, birden şiddetlenip sonra aniden dinen ahenksiz ve bitkin bir ezgiyi andırıyordu. Buna rağmen bana gerçek bir şarkı gibi gelmişti, ayrıca içinde bulunduğum o an için çok uygundu ve eksiksizdi. İnsanlar olsa şarkımı hor görüp küçümserlerdi; ancak her yanda aynı şarkıyı söyleyen doğa, melodimi bir an bile olsa tereddüt etmeden beğenip bağrına bastı.
Cana yakın rüzgâr, esip gürlediği ve ağaç dallarını salladığı yerden bana doğru, tıpkı bir dost gibi sesleniyordu. “İzin ver bugünlük kılavuzun olayım,” diyor gibiydi sanki. “Önceki tatillerde vurdumduymaz, yolundan hiç şaşmayan güneşin izinden dolaştın; karanlığa kalmış bir okul kaçkını gibi bitkin düşmüş ayaklarınla eve dönerken sana yalnızca soluk ve hissiz ay eşlik etti. Öyleyse bugün kılavuzun neden ben, şakacı ve ikiyüzlü olan ben olmayayım? Ben… köşe bucak esen ve uğuldayan, şiddetle eserken birdenbire dinen, ardından ayağa fırlayıp koşuşturan ben! Seni dansların en güzeline, en eşsizine kaldırabilirim; çünkü ben yanardönerlerin en güçlüsü, karışıklıkların efendisi, sorumsuzların ve kanunsuzların başıyım, hiçbir kurala tabi değilim.” Bana gelince, ben bana seslenen rüzgâra ayak uydurmaya dünden razıydım, sonuçta tüm gün tatildi, öyle değil mi? O yüzden tabiri caizse birlikte kol kola sapa yollara saptık, engel tanımayan kılavuzumun benim için seçtiği kesik dans rutinini müthiş bir itimatla takip ettim.
Onda uçarı bir dost buldum, benimle işi daha bitmemişti. Beni gizli saklı bir çitin önünde çıt çıkarmadan yüz yüze duran bir çift âşığın yanına götürüp bıraktığında şaka mı yapmıştı, yoksa kendince ciddi bir amacı mı vardı? Bu tür şeyleri zavallı bir aptallık olarak görürdüm. Çitin üstünden burunlarını birbirine sürten iki buzağının görüntüsü gayet doğaldı ve her zaman karşılaşılan bir manzaraydı; ama aynı şeyi çarpıcı ilgi ve her yanlarının hevesle eşlik etmesiyle gerçekleştiren o insanlar… Her neyse, hemen geçilecek bir şeydi, yüz kızartıcıydı ve geride bırakılması gerekiyordu. Gelgelelim bu sabah karşılaştığım her şeyin bir nedeni varmış ve hepsi havadaki o büyülü dokunuş tarafından ayarlanmış gibi görünüyordu; hatta gördüğüm o iki şapşalın yanından hiç aldırmadan geçtiğim sırada küçük görmek yerine onlara şefkat duyduğumu fark edince epey şaşırdım. Sanırım gerçekten de uyum rüzgârları esiyordu, öyle ki türlü soytarılıklar bile goncalarla, filizlerle ve şen şakrak havayla uyum sağlayabiliyordu.
Hevesli yol arkadaşımın sağ yanağıma üflemesiyle yepyeni bir yöne doğru koşturmaya başladım, çok geçmeden karaağaç çemberi içinde tek başına dikilen köy kilisesine vardım. Kilisenin penceresinden iki küçük bacak sarkıyordu, bacaklar yere basmak için deli oluyormuş gibi sallanıyorlardı, her hareketinde bir hırsızlık iması vardı ki saygısızlıktan bahsetmiyorum bile. Kilisenin destekçilerinin gözünde imansız bir manzaraydı. Her ne kadar gerisi saklı olsa da pencereden sarkan bacakları çok iyi tanıyordum. Bu bacaklar köyün emsalsiz yaramazı Bill Saunders’ın gövdesine yapışıktı. Bill’in ele geçirmek için can attığı ganimeti de tahmin etmek zor değildi. O ganimet kilise papazının bisküvi dükkânından geliyordu ve normalde (bildiğim kadarıyla) o çok meşhur tuzaklarıyla dolu büfesinde saklanıyordu.
Bir anlığına tereddütte kaldım, sonra yoluma devam ettim. Bill’in tarafını tuttuğumu söyleyemem, ama öte yandan papazın tarafını da tutmuyordum. Şu törelere aykırı sabahta öyle bir şeyler vardı ki, içimden bir ses o bisküvilerde papazın olduğu kadar Bill’in de hakkı olduğunu söylüyordu, üstelik onlardan daha çok keyif alacak kişinin Bill olduğu besbelliydi. Her neyse, tartışmaya açık bir meseleydi ve beni ilgilendirmiyordu. Beni dost bilen doğa, dünyevi bisküvileri kimin yediğini pek umursamıyordu, dost bellediği kişinin vaktini toplum polisliği yaparak harcamasına da izin vermeyeceği kesindi.
Israrcı kılavuzum beni yeni bir yöne itekliyordu. Onun tekrar canlanışıyla birlikte koşturmaya başlayınca bana gösterecek daha çok manzarası olduğuna emin oldum. Gerçekten de gösterdi. Gösterdiği her manzarada o kural tanımaz hava esiyordu. Masmavi okyanusu andıran gökyüzünde korsan bayraklarını anımsatan kara bir şahin süzülüyordu. Bu şahin büyük bir hızla çite doğru daldı, işte o anda hızla konduğu yerde iç parçalayan tiz ve keskin bir ciyaklama duyuldu.
Oraya vardığımda biraz önce gerçekleşen trajediyi anlatmak için geriye kalan tek şeyin çimenler üzerinde uzanan tüy saçakları olduğunu gördüm. Doğa buna rağmen gülümsemeye ve şarkı söylemeye devam ediyordu; acımıyordu, neşeliydi, tarafsızdı. Taraf tutmadığı için sarı kiraz kuşu için söylenebilecek her şey, şahin için de söylenebilirdi. İkisi de onun evladıydı, o yüzden ikisi arasında tercih yapmıyordu.
Ötedeki yolun karşı tarafında bir kirpi ölmüştü. Hatta başına ölmekten fazlası gelmişti, resmen çürümüştü. O kirpinin çok daha canlı günlerini bilen kişi