Beyaz muhafız. Михаил БулгаковЧитать онлайн книгу.
okullar isyancı askerlerin saldırısına uğrayınca liselerden yeni mezun olanlar ve birinci sınıf öğrencileri yaralı ve sakat bir halde sokakta kaldılar. Bunlar ne çocuk, ne de yetişkindiler. Ne asker, ne de sivildiler. Bunlar, Nikolka Turbin gibi on yedi yaşında genç erkeklerdi…
“Elbette Ukrayna’nın, Ataman’ın iyiliksever yönetiminde olmasından çok memnunum. Fakat adının önündeki sıfat, yirminci yüzyıldan ziyade on yedinci yüzyıla daha uygun olan bu görünmez despotun kim olduğunu şu ana kadar öğrenme şansım olmadı ve muhtemelen ölene kadar da olmayacak.”
“Evet —gerçekten kim bu Ataman, Aleksey?”
“Eski bir Şövalye Birliği subayı. Bir general. Zengin bir toprak sahibi. Adı Pavel Petroviç Skoropodski…”
Kaderin garip bir cilvesi, onun kazandığı seçimi, 1918 yılının Nisan ayına, gelecekteki tarihçilere hiç şüphesiz fazlasıyla komedi malzemesi sunacak şekilde, bir sirk gösterisine denk getirdi. Fakat insanlar, özellikle de iç savaşın ilk sarsıntılarını çoktan yaşamış olan şehir sakinleri, sadece durumun komikliğini görememekle kalmadılar, bunda herhangi bir mantık olmadığının da farkına varamadılar. Seçim olağanüstü bir hızda gerçekleştirildi. İnsanların çoğunluğu daha neler olup bittiğini anlayamadan her şey tamamlanmıştı -Tanrı Ataman’ı korusun. Hem zaten ne fark ederdi ki? Uzun zamandır dükkanlarda ekmek ve et bulunabiliyordu. Ayrıca sokaklarda vurulma olayları da olmuyordu. Bunlardan daha da önemlisi, Bolşevikler dışarıda tutulmuş, sıradan insanlar yağmadan korunmuştu. Yani bütün bunlar az çok Ataman’ın etkisiyle olmuştu –hatta epeyce bir etkisi olduğu aşikardı. En azından Moskova ve Petersburglu mülteciler ile şehir halkının büyük çoğunluğu, ki kendi aralarında Ataman’ın durumunun garipliğine gülseler ve Yüzbaşı Talberg gibi bu durumu komik bir opera olarak adlandırsalar da, Ataman’a yürekten şükrederler ve birbirlerine “Tanrı’nın izniyle o hep başımızda olsun” derlerdi.
Fakat bunun ne kadar uzun süreceğini Ataman’ın kendisi de dahil hiç kimse bilmiyordu.
Şehirdeki hayatın kayda değer bir normallikle devam ettiği gerçeği bir yana -şehirde polis, devlet kurumları, hatta bir ordu ve değişik isimlerde gazeteler bile vardı- şehirdeki bir kişinin bile Kiev’in dışında ve çevresinde milyonlarca insanın yaşadığı, Fransa’dan bile büyük bir ülke olan Ukrayna’da gerçekte neler olup bittiği hakkında en ufak bir fikri bile yoktu. Hakkında bir şey bilmedikleri yerler, ülkenin uzak bölgeleri değildi sadece. Her ne kadar saçma görünse de tam bir kara cahillik içinde şehrin otuz-kırk kilometre yakınlarındaki köylerde olan bitenden bile haberleri yoktu. Gerçek Ukrayna’nın durumu hakkında ne bir malumatları vardı, ne de bu umurlarındaydı. Bu ülkeden tamamen nefret ediyorlardı. Ve ne zaman adına kırsal denen o gizemli yerler hakkında, Almanlar’ın köylüleri soydukları, onları acımasızca cezalandırdıkları ve makineli tüfeklerle ateş ederek onları ekin gibi biçtikleri gibi söylentiler duyulsa, Ukraynalı köylüleri savunmak adına kızgın bir ses duyulmamakla kalmıyor, bir de misafir odalarındaki ipeksi abajurların altında kurtlar gibi dişlerini gösterek sırıtıp, homurdanıyorlardı:
“İyi oluyor onlara! Biraz daha abartsalar da bir şey olmaz. Ben olsam daha kötüsünü yapardım. Devrim nasıl olurmuş görsünler. Kendilerini yönetenleri beğenmediler, baksınlar bakalım başkası neler yapıyormuş!”
“Çok yanılıyorsun.”
“Sen ne demek istiyorsun, Aleksey? Onlar sadece bir grup hayvan, başka bir şey değil. Almanlar onlara gösterecek…”
Almanlar her yerdeydi. En azından Ukrayna’nın her yerindeydiler. Fakat uzaklarda, kuzeyde ve doğuda, mavi-kahverengi ormanların en uzak ucunun da ötesinde Bolşevikler vardı. Sadece bu iki kuvvet dikkate alınıyordu.
V
Sonra birden, o devasa satranç tahtasının üzerine, damdan düşer gibi üçüncü bir güç ortaya çıktı. Zavallı satranç oyuncusu, düşmanlarıyla arasına piyonlardan oluşan bir çit çekmiş (uygun bir benzetme. Çünkü metal miğferleriyle Almanlar, piyona çok benziyorlar) ve oyuncak kralını da daha güçlü taşlarla -subaylarıyla- çevrelemeyi planlıyor. Fakat rakibin veziri kenardan sinsice bir yol buluyor, en son çizgiye kadar ilerliyor, piyonları ve atları birer birer alarak korkudan tir tir titreyen şahı tehdit ediyor. Vezirin açtığı yoldan, hızla hareket eden bir fil ile zikzaklar çizerek atlar geliyor, göz açıp kapayıncaya kadar oyuncunun hükmü veriliyor: Şah-mat.
Bütün bunlar çok hızlı gerçekleşti. Ama bir gecede de olmadı. Ayrıca öncesinde bunların olacağını gösteren işaretler de vardı.
Mayıs ayında bir gün, şehir turkuaz üzerindeki bir inci gibi uyur, güneş yükselip ışıklarıyla Ataman’ın krallığını aydınlatır, vatandaşlar tıpkı karıncalar gibi o küçük hayatlarına devam etmek için işlerine gider, uyku mahmuru tezgahtarlar kepenklerini açarken şehrin ötesinde korkunç ve kaygı verici bir gümbürtü koptu. Hiç kimse daha önce bu kadar yüksek bir ses duymamıştı. Bu ne silah sesine benziyordu, ne de fırtınaya. Fakat o kadar güçlüydü ki birçok pencere kendiliğinden savrularak açıldı, bütün camlar zangırdadı. Sonra ses yeniden duyuldu. Gümbürdeyerek Yukarı Kiev’e, oradan Podol’a doğru ilerledi, Aşağı Kiev’e geldi. Koyu mavi renkli güzeller güzeli Dinyeper’in üzerinden geçip Moskova istikametine doğru azalarak kayboldu. Hemen ardından Yukarı Kiev’den, Peçyorsik tarafından gelen şoka girmiş ve her tarafları kanlar içinde koşuşturan, inleyen, çığlık çığlığa insanlar göründü. Ve ses üçüncü kez duyuldu. Bu defa öylesine şiddetliydi ki Peçyorsik’teki evlerin camları kırılmaya başladı. Ayak bastıkları toprak bile sarsılıyordu. Birçok kişi, üzerlerinde iç çamaşırından başka bir şey olmadan korkunç sesler çıkararak çığlık çığlığa koşuşturan kadınlar gördü. Sesin kaynağı kısa süre sonra anlaşıldı. Ses, şehrin dışından, Dinyeper’in hemen üstündeki yüksek miktarda cephane ve barutun saklandığı Çıplak Dağ’dan geliyordu. Çıplak Dağ’da bir patlama olmuştu.
İnsanlar olaydan sonraki beş gün boyunca Çıplak Dağ’dan aşağıya zehirli gazların geleceği korkusuyla yaşadı. Fakat patlamalar durdu, herhangi bir gazın geldiği görülmedi. Üzerleri kanlı insanlar ortadan kayboldu ve şehrin her tarafı eski huzurlu haline geri döndü. Tek istisna Peçyorsik’in küçük bir bölümünde yıkılan birkaç evdi. Alman komutan sıkı bir inceleme başlattı, fakat şehirdekiler, elbette patlamaların nedeni hakkında en ufak bir bilgi bile edinemedi. Ortada çeşitli söylentiler dolaşıyordu.
“Fransız casuslar yapmış.”
“Hayır, patlamanın sorumlusu Bolşevik casuslarıymış.”
Sonunda insanlar patlamaları unuttular.
İkinci işaret yazın, şehir yemyeşil tozlu yapraklarla kaplıyken ortaya çıktı. Gökyüzü yarılırcasına gürlüyor, Alman teğmenleri okyanus dolusu maden sularını içiyorlardı. İkinci işaret gerçekten dehşet vericiydi.
Bir gün, Nikolayevski Caddesi’nde, güpegündüz taksi durağının hemen yanında Ukrayna’daki Alman kuvvetlerinin komutanı, Kayzer Wilhelm’in o kibirli ve dokunulmaz askeri yöneticisi Mareşal Eichhorn vurularak öldürüldü! Onu öldüren kişi ise tabii ki bir işçi ve aynı zamanda bir sosyalistti. Yirmi dört saat sonra Almanlar sadece suikastçıyı değil, aynı zamanda onu olay yerine getiren taksi şoförünü de astılar. Bu gerçek anlamda hiçbir sonuç vermedi. Vefat eden seçkin Mareşal yeniden canlanmadı, ama bir grup entelektüelin olayla ilgili ürkütücü fikirlere kapılmasına yol açtı.
O gece, örneğin, açık bir pencerenin önünde güçlükle soluyan Vasilisa, kaba ipekten gömleğinin düğmelerini çözmüş, elinde bir fincan limonlu çay ile orada oturmuş ve Aleksey Turbin’e şunları fısıldamıştı:
“Bütün