Sanşiro. Natsume SosekiЧитать онлайн книгу.
taktığı eski şapkadaki amblemin izi, bu adamın gözüne çarptığı için mutlu olmuştu. “Evet,” diye cevapladı.
“Tokyo’da mı okuyorsun?” diye sordu adam bu sefer.
Sanşiro ilk önce “Hayır, Kumamotoluyum,” dedi. “Ancak…” diye sürdürecekken sustu. Üniversite öğrencisiyim demek istemişti ama bunu belirtmenin gereği yok diye düşünerek çekinmişti. Beriki “Ah, demek öyle,” deyip sigarasını tüttürmeyi sürdürdü. Neden Kumamotolu bir öğrenci yılın bu döneminde Tokyo’ya gidiyor ki diye de sormadı üstelik. Anlaşılan Kumamotolu öğrenciler hiç ilgisini çekmiyordu. Tam bu sırada, Sanşiro’nun karşısında uyumakta olan adam “Hımm, demek öyle,” dedi. Konuştuğu halde besbelli uykudaydı. Kendi kendine konuşmuş filan da değildi. Bıyıklı adam Sanşiro’ya bakıp neşeyle gülümsedi. Sanşiro, fırsattan istifade, “Siz nereye gidiyorsunuz?” diye sordu.
Adam ağır ağır: “Tokyo,” dedi ve sustu. Artık Sanşiro’ya, bir ortaokul öğretmeni gibi görünmüyordu. Ama üçüncü sınıf vagona bindiğine göre, öyle mühim birisi de olamazdı. Sanşiro, sohbeti o noktada bitirdi. Bıyıklı adam da kollarını bağlayıp ara sıra takunyasının15 burnuyla tempo tutup zeminden ses çıkartıyordu. Herhalde canı çok sıkılıyordu. Ama bu adamın sıkıntısı, ona konuşma isteği vermeyen bir sıkıntıydı.
Buharlı tren Toyohaşi’ye vardığında, uyuyan adam hop diye kalktı ve gözlerini ovuşturarak vagondan indi. “Aferin doğrusu, nasıl da doğru zamanda uyanmayı başarabildi,” diye düşündü Sanşiro. Sonra adamın, uyku sersemliğiyle durakları karıştırmış olabileceğini düşünerek pencereden baktı ama katiyen öyle bir durum yoktu. Yolcu sağ salim bilet kontrolünden geçti, aklı tamamen yerinde bir insanın yürüyüşüyle çıkıp gitti. Sanşiro rahatlamıştı, deminki koltuğunun karşısındaki yere geçti. Böylece, bıyıklı adama komşu olmuştu. Bıyıklı adam ise, pencereden boynunu uzatmış bir satıcıdan beyaz şeftali alıyordu.
Şeftalileri kendisiyle Sanşiro’nun arasına koyup, “Buyurmaz mısın?” dedi.
Sanşiro teşekkür edip bir tane yedi. Bıyıklı adam şeftaliyi seviyordu anlaşılan, iştahla yiyordu. Sanşiro’ya da, “Biraz daha ye,” dedi. Sanşiro, bir şeftali daha yedi. İkisi beyaz şeftalileri yerken aralarında, havadan sudan sıcak bir sohbet başladı.
Adamın teorisine göre şeftali, meyveler arasında en bilge16 görüneniydi. Tatları nedense bir acayipti. Üstelik çekirdeklerinin şekli de çok tuhaftı. Her yerlerinde ufak delikler vardı, görüntüleri çok komikti. Sanşiro, ilk kez işittiği bu teoriyi duyunca, amma da sıkıcı muhabbeti varmış bu adamın diye düşündü.
Sonra adam şöyle bir şey anlattı: Guguk17 meyveyi çok severmiş. Ne kadar meyve bulsa hepsini yiyebilirmiş. Bir keresinde şarapta bekletilmiş on altı hurmayı birden yemiş. Hurmalar ona dokunmamış bile. Bendeniz Guguk’la boy ölçüşemem doğrusu. Sanşiro bunları gülümseyerek dinliyordu. O an ilgisini çeken tek şey Guguk’tu sanki. Sanşiro kendi kendine, “Ben de Guguk’tan bahsedeyim,” diyordu ki, adam “İnsan sevdiği şeye el uzatıyor doğal olarak. Başka çaresi yok. Domuzların eli yok ama onlar da burunlarını uzatıyorlar. Domuzu bağlayıp kımıldamaz hale sokarsan, o burnunun önüne de leziz bir şeyler koyarsan, hayvan kımıldayamıyor ya, burnu uzadıkça uzarmış. Yemeğe ulaşana kadar uzarmış burnu. Dünyada güçlü bir arzudan daha korkunç hiçbir şey yoktur,” dedi ve gülümsedi. Konuşma tarzı, ciddi mi yoksa şaka yollu mu konuştuğunu ayırt etmeyi zorlaştırıyordu. “Çok şükür biz domuz değiliz. Burnumuz istediğimiz her şeye doğru uzasaydı, şimdiye kadar mutlaka trene sığmamızı önleyecek kadar uzun burunlarımız olurdu.”
Sanşiro kıkırdadı. Ama muhatabının çehresi, şaşılacak kadar sakindi.
“Sahiden ürkütücü. Leonardo Da Vinci denen adam, bir keresinde şeftali ağacına arsenik enjekte etmiş biliyor musun; zehir ağacın meyvelerine gidecek mi diye deney yapmış. Ne yazık ki ağacın meyvesini yiyip ölenler olmuş. Ürkütücü, ürkütücü. Dikkat etmezsen başına her şey gelebilir,” diye diye, peş peşe yediği beyaz şeftalilerin çekirdeklerini ve kabuklarını bir gazete kâğıdına sardı ve pencereden dışarıya attı.
Artık Sanşiro’nun içinden gülmek gelmiyordu. Leonardo Da Vinci’nin ismini duyunca biraz irkilmiş, nedense geçen geceki kadını anımsamış ve içinde acayip bir rahatsızlık duymuştu; bu yüzden içine kapandı. Ama adam bunu fark etmişe benzemiyordu. Nihayet, “Tokyo’nun neresine?” diye sordu.
“Aslında oraya ilk kez gidiyorum, şehri pek tanımıyorum… Şimdilik, bizim memleketlilerin konukevinde kalacağım herhalde,” dedi.
“Öyleyse artık Kumamoto’ya…”
“Geçen dönem mezun oldum.”
“Haa, demek öyle,” dedi adam ama ne bir tebrik cümlesi ne bir aferin ekledi. Sadece, sanki çok doğal bir şey söylercesine, “Öyleyse şimdi üniversiteye gireceksin herhalde?” diye sordu.18
Sanşiro verecek uygun bir karşılık bulamadı. Onun yerine, “Evet,” diye iki heceyle yetindi.
“Bölümün ne?” diye bir soru geldi bu kez.
“Sosyal bilimler.”
“Hukuk mu?”
“Hayır, edebiyat.”
“Haa, demek öyle,” diye tekrarladı adam. Bu “Haa, demek öyle”leri her duyuşta Sanşiro bir tuhaf oluyordu. Karşısındaki kesinlikle ya çok eğitimli biriydi ve Sanşiro’yu önemsiz görüyordu ya da üniversitelerle tümden alakasız, onları umursamayan bir adamdı. Ama Sanşiro bu iki ihtimalden hangisinin geçerli olduğunu kestiremiyor; bu adama karşı nasıl bir tutum takınacağını da bilemiyordu.
Hamamatsu’da ikisi beraberce konserve yediler. Yemekleri bittiği halde tren hareket etmedi. Sanşiro pencereden baktığında, dört beş tane Batılı insanın trenin yanında gezindiğini gördü. Aralarında galiba evli bir çift vardı, hava sıcak olduğu halde kol kola girmişlerdi. Kadın tepeden tırnağa bembeyaz bir kimono giymişti ve çok güzeldi. Sanşiro, doğduğu günden bugüne dek sadece beş ya da altı tane Batılı görmüştü. İkisi, Kumamoto’daki lisesinde öğretmendi ve bu iki öğretmenden biri de ne yazık ki bir kamburdu. Kadın olarak bildiği tek Batılı bir misyonerdi. Gayet sivri bir suratı vardı o kadının; mezgit balığına, sarıkuyruğa veya baraküdaya19 benzerdi. Dolayısıyla, böylesine gösterişli ve güzel bir Batılı, Sanşiro’nun gözüne hem çok ilginç geliyordu, hem de çok asil görünüyordu. Sanşiro, kadını seyretmeye dalmıştı. “Batılıların kendilerini beğenmesine şaşmamak gerek,” diye düşündü. “Eğer Batı dünyasına gidip böyle insanların arasında kalsam kesinlikle kendimi çok küçük hissederdim,” dedi kendi kendine. Batılı çift penceresinin önünden geçerken Sanşiro kulak kesilip dinledi, ama konuşmalarından hiçbir şey anlayamadı. Telaffuzları, Kumamoto’daki öğretmeninkinden çok farklıydı.
Biraz sonra, yol arkadaşı pencereden başını uzatıp, “Tren hareket edeceğe benzemiyor,” diyerek az önce geçip gitmiş Batılı çifte göz attı. “Ah, güzelmiş,” diye mırıldandı ve hafifçe esnedi. Sanşiro, kendisinin tam bir taşralı gibi davrandığını fark edip boynunu pencereden içeri çekti ve oturdu. Adam da, onun ardından koltuğuna döndü ve “Batılılar da pek güzel oluyor değil mi?”
15
O yıllarda pek çok Japon, geleneksel tahta takunyaları Batı tarzı kunduraya tercih ediyordu. (ç.n.)
16
Orijinal metinde Sennin: Çin / Japon mitolojisinde ölümsüzlüğün sırrını bulmuş bilgelere verilen ad. Bazı efsanelere göre, bilgelerin ölümsüzlük kaynağı sihirli bir şeftalidir. (ç.n.)
17
Japon şair Noboru Masaoka (1867-1902), “Şiki” (Guguk) mahlasıyla yazardı. (ç.n.)
18
O yıllarda Japonya’da sadece birkaç üniversite vardı ve bunların çoğu Tokyo’daydı. Taşralı Sanşiro, üniversiteli olmayı büyük bir başarı sayıyor ve karşısındakinin kayıtsızlığına şaşıyor. (ç.n.)
19
Soseki nükte yapıyor. Japon yazısıyla “Kamasu” (baraküda) diye yazarken kullanılan karakter, “misyoner” sözcüğü yazılırken kullanılan karaktere benzer. Ve balık, Hıristiyanlıkta Mesih’i simgeler. (ç.n.)