Ölü Canlar. Николай ГогольЧитать онлайн книгу.
BÖLÜM
Konuk şehre geleli bir hafta geçmişti. Her bir davete, öğle yemeğine katılıyor ve bu şekilde, dendiğine göre oldukça hoş zaman geçiriyordu. En sonunda şehir dışında ziyaretlerde bulunmaya ve söz verdiği üzere, toprak beyleri Manilov ve Sobakeviç’e de uğramaya karar verdi. Bu kararı almaya onu iten çok daha esaslı bir neden, çok daha ciddi, yüreğine dokunan bir mesele vardı. Ama bütün bunları okuyucu eğer bu sona yaklaştıkça daha da genişleyecek ve açılacak oldukça uzun öyküyü sonuna kadar okumaya sabredebilirse zamanı geldiğinde yavaş yavaş anlayacaktır. Arabacı Selifan’a sabah erkenden atları belirli arabalara koşması, Petruşka’ya evde kalıp odalara ve bavullara göz kulak olması emredilmişti.
Okuyucu için kahramanımızın bu iki köylüsüyle tanışmak fuzuli olmayacaktır. Bu iki köylü o kadar da önemli değiller, hatta ikinci ya da üçüncü dereceden kişiler bu uzun hikâyenin ana akışında bulunmazlar bile; yalnızca kimi yerlerde, onlara şöyle bir değinilip geçilir ama yazar her şeyi etraflıca anlatmayı çok sever ve Rus olmasına rağmen tıpkı bir Alman gibi özenli olmak istemektedir. Zaten onları anlatmak çok fazla yer ve zaman almayacaktır çünkü okuyucunun şimdiden bildiği şeylere, yani Petruşka’nın daha önce efendisinin kullandığı, üzerine biraz bol gelen kahverengi bir redingot giymesine, kendi sınıfındaki insanlara ait alışkanlıklarıyla oldukça büyük dudağı ve burnu olmasına eklenecek pek bir şey yok. Pek konuşkan bir mizacı yoktu, daha çok sessizdi. Hatta eğitime yani içeriğinin onu çok zorlamayacağı kitapları okumaya oldukça soylu bir eğilimi vardı. Bir âşığın serüveni olsun, alfabe kitabı ya da bir dua kitabı olsun onun için hiç fark etmez, hepsini aynı ilgiyle okurdu. Eline bir kimya kitabı geçse ona bile hayır demezdi. Onun ne hakkında okuduğu değil; okuma eyleminin kendisi, daha doğrusu harflerden bazı zamanlar ne anlama geldiğini bilmediği herhangi bir sözcüğün oluştuğu okuma süreci hoşuna giderdi. Daha çok sofada, yatakta ya da yassı ekmek gibi incecik olmuş, perişan hâldeki şiltede uzanarak okurdu. Okumaya karşı duyduğu tutku dışında, diğer karakteristik özelliklerini oluşturan iki alışkanlığı daha vardı: Kıyafetlerini değiştirmeden üzerinde redingotuyla olduğu gibi uyumak ve gittiği her yere kendine özgü o kokuyu, yaşanılan yere huzur veren kendi kokusunu götürmek. Böylelikle daha önce hiç kimsenin kalmadığı ıssız bir odada bile on yıl boyunca birileri yaşamış gibi hissettirmek için yalnızca oraya yatağını sermesi, paltosunu ve pılı pırtısını getirmesi yeterliydi. Çiçikov oldukça ihtiyatlı ve hatta bazı durumlarda oldukça zor beğenen bir adamdı. Sabahın erken vakitlerinde taptaze havayı içine çektikten sonra yüzünü buruşturur, başını sallayarak: “Ah be kardeşim! Çok mu terliyorsun sen ne? Bari banyoya girseydin.” derdi. Petruşka hiçbir cevap vermez ve orada herhangi bir işle uğraşmaya çalışırdı. Ya elindeki fırçayla efendisinin asılı frakının yanına gider ya da yalnızca ortalığı toparlardı. Sustuğu sıralarda ne düşünürdü? Belki de içinden “Aynı şeyi günde kırk kere tekrarlamaktan bıkmadın bir türlü.” derdi. Efendisinin ona nasihatler verdiği sıralarda bu kölenin ne düşündüğünü tahmin etmek zordur. Ancak Tanrı bilir! İşte Petruşka’yla ilgili ilk baştan söylenebilecek şeyler bunlardır. Arabacı Selifan ise bambaşka biriydi… Ama yazar, deneyimlerinden yola çıkarak okuyucuların alt sınıf ile ilgilenmeye pek de istekli olmadığını bilerek bu tabakaya ait insanlarla uğraştırmaktan büyük hicap duyar. İşte Ruslar böyledir. Kendilerinden yalnızca tek bir sınıf üstte olan kişiyle yakın olmaya can atar ve bir kont ya da prensle selamlaşmak bile sıkıca kurulmuş bütün dostane ilişkilerden daha iyi gelir onlara.
Yazar, müsteşar olan kahramanından bile şüphe eder. Onunla belki de saray müsteşarı tanışabilir ama general rütbesine ulaşanlar, Tanrı bilir, nasıl ayaklarının dibinde dolananlara o küçümseyici bakışlardan atarlarsa ona da böyle yapacaklardır. Her iki türlü de acıklıdır, ne var ki artık kahramanımıza geri dönmemiz gerek. Gerekli emirleri akşamdan vermiş, sabah çok erken vakitte uyanmış, yüzünü yıkamış, yalnızca pazar günleri yaptığı gibi (o gün de bir pazar günüydü) tepeden tırnağa ıslak süngerle her yerini ovalamış, sinekkaydı tıraş olmuş yanakları tıpkı parlak bir atlasa benzemişti. Parlak kırmızı bir frak ve ayı postundan paltosunu giymiş, meyhane hizmetçisinin kâh bir koluna kâh diğer koluna girerek merdivenlerden inmiş ve arabasına binmişti. Araba otelin avlusundan sokağa gümbürtüyle çıktı. Sokaktan geçen papaz şapkasını çıkardı, gömlekleri kirlenmiş birkaç çocuk: “Bu yetimlere sadaka verin beyim!” diyerek ellerini uzattılar. Arabacı, bu çocuklardan birisinin arabaya asılmaya niyetlendiğini fark edince kırbacını savurdu ve araba taşların üstünden hoplaya zıplaya ilerlemeye devam etti. İleride kaldırımın da her türlü işkencenin de son bulduğu gibi yakında biteceğini gösteren çizgi çizgi, inip kalkan parmaklığı görmek insanın içini rahatlatıyordu. Birkaç kere daha başını arabanın tavanına sertçe vurduktan sonra Çiçikov nihayet yumuşak toprağa geçmişti.
Şehir henüz geride kalmıştı ki daha önce yazdığımız gibi alışıldığı üzere yolun her iki tarafında saçmalıklar belirmeye başlamıştı. Küçük toprak tümsekleri, köknarlar, kısa ve seyrek genç çam ağacı çalıları, ihtiyarlamış yabani fundaların yanık gövdeleri ve buna benzer bir sürü saçmalıklar… Bir ip gibi dizilmiş köyler vardı. Oymalı ahşaplarla kapatılmış gri çatıları ve altında motif işlenmiş gibi saçak süslemeleriyle, eski odunlara benzeyen evler vardı. Birkaç köylü, âdet olduğu üzere sırtlarında koyun postundan gocuklarıyla avlu kapısının önündeki peykelere oturmuş, esniyorlardı. Dolgun suratlı, göğüslerinin altından bağlanmış kıyafetleriyle kadınlar, yukarıdaki pencerelerin arkasından bakıyorlardı, aşağıdaysa buzağılar ya da domuzların ablak suratları görünüyordu. Kısacası bildik bir manzaraydı. On beşinci versti geçince Manilov’un söylediğine göre burada onun köyünün olması gerektiğini hatırladı ama on altıncı versti geçtiklerinde görünürde köy falan yoktu. Neyse ki karşıdan iki köylü geliyordu. Zamanilovka köyünün uzakta olup olmadığını sorduklarında köylüler şapkalarını çıkardı, bunların daha zeki görünen keçi sakallı olanı cevap verdi:
“Zamanilovka değil de Manilovka olmasın?”
“Ha evet, Manilovka.”
“Manilovka! Bir verst daha gidip sağa dönmeniz gerek.”
“Sağa mı?” diye sordu arabacı. “Evet, sağa.” dedi köylü. “O yol doğrudan Manilovka’ya çıkar. Zamanilovka diye bir köy yok. Yani Manilovka derler o köye, Zamanilovka diye bir köy yoktur buralarda. Sonra tam tepenin üstünde taştan yapılmış, iki katlı bir bey evi göreceksin. Yani beyin kendisi oturur o evde. Manilovka köyü orasıdır işte, Zamanilovka diye bir köy burada hiç yoktur, olmamıştır da.”
Manilovka köyünü arayıp bulmaya koyuldular. İki verst daha gittikten sonra köy yolundaki bir dönemece denk geldiler ama iki, üç hatta dört verst gitseler de görünürde taştan yapılma iki katlı bir ev yoktu. Çiçikov tam da orada eğer bir arkadaşı onu on beş verst ötedeki köyüne davet ettiyse bu köyün muhakkak otuz verst ötede olduğu anlamına geldiğini hatırladı. Manilovka köyü, konumu itibarıyla size çekici gelebilir. Beyin evi gelip geçenlerin görebileceği yerde, yani tepede, nereden esmek isterse istesin çevresi dört bir yandan açık bir şekilde tek başına duruyordu. Evin bulunduğu tepenin yamacındaki çimenler biçilmişti. Bu yamaçta leylak çalılarının, sarı akasya ağaçlarının bulunduğu iki-üç İngiliz çiçek tarhı seriliydi. Tepesindeki ince yapraklarını uzatmış beş-altı huş ağacı küçük kümeler oluşturmuştu. Bunların ikisinin altında yassı, yeşil kubbeyle kapatılmış, maviye boyanmış sütunlarında “Münzevi Düşünce Manastırı” yazan kameriye8 görünüyordu. Aşağıda, Rus toprak beylerinin İngiliz bahçeleri
8
Bahçelerde yazın oturmak için yapılan, kafes biçiminde, kubbeli, üstü yeşilliklerle sarılı süslü çardak. (ç.n.)