Utopia. Томас МорЧитать онлайн книгу.
nasıl gönderildiğinden; Charles’ın adamlarının onları Bruges’de nasıl karşıladığından; sonrasında talimat almak için Brüksel’e döndüklerinden ve dört aydır görmediği karısı ve çocuklarına duyduğu özlemi az da olsa yatıştırmasına sebep olan Peter Giles ailesini bulduğu Antwerp’e nasıl gittiğinden bahsediyor. Daha sonrasında, Amerigo Vespucci’ye daha yeni keşfedilmiş Yeni Dünya’ya olan son üç yolculuğunda eşlik eden, ki bu yolculukların kayıtları Utopia yazılmadan yalnızca dokuz yıl önce yayımlanmıştır, Raphael Hythloday’in hikâyeye girmesiyle hikâye gerçeklikten kurguya doğru kayıyor. Ayrıntı önerisinde tasarlanmış bir şekilde harika olan Utopia, Platon’un “Cumhuriyet”i okuyan ve Plutarkhos’un Lycurgus yönetimindeki Spartalı yaşamının anlatımını okuduktan sonra hayal dünyasını genişleten bir bilginin eseridir. Biraz esprili savurganlığın işlendiği ideal bir komünizm perdesinin altında asil bir İngiliz argümanı yatar. Bazen More, İngiltere’yi kastettiği zaman sanki Fransa’dan bahsediyormuş gibi yazar. Bazı yerlerde ise Hristiyan kralların iyi niyetine yönelik ironik bir övgü vardır ve bu da kitabın VIII. Henry’nin politikalarına bir saldırı olarak algılanıp yasaklanmasını önlemiştir. Erasmus, 1517 yılında bir arkadaşına yazdığı mektupta, eğer hâlâ okumadıysa gidip More’un Utopia kitabını alıp okumasını ve “tüm siyasi kötülüklerin gerçek kaynağını görmesini” istemişti. More’a yazdığı mektupta Erasmus, kitabı hakkında Antwerp’in belediye başkanı kitaptan öylesine memnun ki bunu bütün samimiyetiyle ifade ediyor. demişti.
RAPHAEL HYTHLODAY ’İN İNGİLİZ İMPARATORLUĞU’NUN EN İYİ ZAMANI HAKKINDAKİ SÖYLEMLERİ
VIII. Henry, İngiltere’nin fatih olmayan kralı, büyük bir hükümdarda olması gereken bütün erdemlerle donatılmış, Kastilya’nın en sakin prensi Prens Charles’la ufak tefek farklılıkları olan bir prens. Beni, Flanders’a aralarındaki meseleleri çözmek için elçi olarak gönderdi. Son zamanlarda Kral’ın böylesine büyük bir takdirle baktığı ve sonradan yüksek yargıç olarak atayacağı o eşsiz adam Cuthbert Tonstal’ın meslektaşı ve arkadaşıydım fakat kimseye o adam hakkında hiçbir şey söyleyemeyeceğim; bir arkadaşımın tanıklığından şüphelenileceğinden korktuğum için değil, daha ziyade öğretileri ve erdemleri benim onlara haklarını veremeyecek kadar büyük oldukları ve öylesine iyi bilindikleri için, övgülerime ihtiyaç duymuyorlardı. Tıpkı bir atasözü olan, “Güneşi fenerle gösteremezsin.” sözünün anlamı gibi bir şey bu. Prens tarafından bize eşlik etmeleri için atananlar, anlaşmaya göre bizimle Bruges’de buluştu; hepsi de değerli adamlardı. Bruges uç beyi onların başı ve aralarındaki en yetkili adamdı ama en bilge ve geri kalanı temsil eden kişi, Cassel-see Valisi George Temse idi: Hem sanat hem de doğa onu eşsiz kılmak için çabalıyordu âdeta. O, hukukta çok bilgiliydi ve büyük bir kapasiteye sahip olduğu için işler üzerinde uzun uzadıya uğraşarak onları çözmekte çok hünerliydi. Birkaç kez görüştükten sonra, bir anlaşmaya varamadık. Prens’in isteklerini öğrenmek için birkaç gün Brüksel’e gittiler ve yaptığımız iş bakımından bir sorun olmayacağı için ben de Antwerp’e doğru yola koyuldum. Ben oradayken, ziyaret edenlerin arasında, benim için diğerlerinden daha önemli bir tanesi vardı, Peter Giles, çok onurlu ve daha fazlasını hak etse de kasabasında iyi bir nama sahip, Antwerp doğumlu bir adam. Başka bir yerde daha bilgili ve daha iyi yetiştirilmiş bir genç bulabileceğimden emin değilim çünkü hem çok kıymetli hem de çok bilgili bir insan ve tüm insanlara karşı oldukça kibar, özellikle arkadaşlarına karşı çok nazik, o kadar samimiyet ve şefkatle dolu ki, belki de hiçbir yerde bir ya da iki kişiden fazlası bu adam gibi değildir. Her bakımdan o kadar mükemmel bir arkadaş ki olağanüstü derecede alçak gönüllü, içinde hiçbir kötülüğe yer yok ve hiçbir insan bu kadar ihtiyatlı bir sadeliğe sahip de değildir. Sohbeti o kadar keyifli ve neşeliydi ki, onun yanımda bulunması büyük ölçüde ülkeme, karıma ve çocuklarıma geri dönme özlemimi azaltıyordu, ki bu dört aylık yokluğu çok hızlandırmıştı ve nasıl geçtiğini anlamamama sebep olmuştu. Bir gün, ana kilise ve Antwerp’in en uğrak yeri olan St. Mary’s’teki ayinden eve dönerken onu kazara, gençliğinin baharını çoktan geçmiş bir yabancıyla konuşurken gördüm. Yüzü bronzlaşmıştı, uzun bir sakalı vardı ve paltosu dağınık bir şekilde duruyordu. Görünüşü ve hareketleriyle onun bir denizci olduğu sonucuna vardım. Peter, beni görür görmez gelip selamladı ve nezaketine tam karşılık verirken beni bir kenara çekip konuştuğu kişiyi işaret ederek “Şu adamı görüyor musun? Tam da onu sana getirmeyi düşünüyordum.” dedi. “Sizin açınızdan çok kıymetli biri olmalı.” dedim. “Gerçekten de kıymetli biri.” diye cevap verdi. “Eğer adamı tanıyorsanız çünkü bilinmeyen ulusların ve ülkelerin bu kadar ayrıntılı bir tasvirini verebilecek canlı kimseyi tanımıyorum, ki bunu yapabilmeyi çok arzuladığını biliyorum.” “O hâlde.” dedim. “Yanlış tahmin etmemişim çünkü ilk bakışta onu bir denizci sanmıştım.” “Ama çok yanılıyorsun.” dedi. “Çünkü o bir denizci değil, gezgin veya daha doğrusu bir filozof! Hythloday soyadını taşıyan bu Raphael, Latinceyi biraz bilir ancak Yunancada da çokça pratik yapmışlığı var, felsefeye çok fazla değer verdiği için bu konu üzerine çok düşmüş birisi. Hatta felsefe hakkında Romalıların, Seneca ve Cicero’da bulunanlar dışında bize değerli hiçbir şey bırakmadığını da iyi biliyordu. Doğuştan bir Portekizlidir ve dünyayı görmeye o kadar hevesli ki mallarını kardeşleri arasında paylaştırıp Amerigo Vespucci ile aynı tehlikeli yolculuğa çıktı. Şu anda yayımlanan dört yolculuğunun üçünde payı vardır ancak son seferinde onunla geri dönmedi ve Yeni Kastilya’ya son yolculuklarında vardıkları en uzak yerde, orada kalan yirmi dört kişiden biriydi. Bu yüzden onu orada terk etmek, seyahat etmeyi kendi ülkesine gömülmek için ülkesine dönmeye tercih edecek bir adamı pek de memnun etmedi çünkü sık sık, “Cennete giden yolun her yerde aynı olduğunu ve mezarı olmayan biri olarak cennetin hâlâ üzerinde durduğunu söylerdi.” Yine de eğer Tanrı ona çok lütufkâr olmasaydı, bu zihinsel güç ona çok pahalıya patlardı. Beş Castaliliyle birlikte birçok ülkeyi gezdikten sonra garip bir şansla Seylan’a ve oradan da çok memnun bir şekilde Portekiz gemilerini bulduğu Calicut’a gitti ve bütün insanoğlunun beklentisinin aksine memleketine geri döndü.” Peter bunu bana söylediğinde, konuşmasının çok mantıklı olacağını bildiği bir adamla beni tanıştırmaktaki nezaketinden dolayı ona teşekkür ettim ve bunun üzerine Raphael ile birbirimize sarıldık. Yabancıların ilk karşılaşmalarında alıştığımız o sohbetleri geçtikten sonra hep birlikte evime gittik ve bahçeye girip yeşil bir banka oturarak hoş bir sohbete koyulduk. Bize, Vespucci’nin yelken açtığı zaman, kendisi ve Yeni Kastilya’da geride kalan arkadaşlarının, ülkedeki yerel halkın sevgilerini son derece içtenlikle hissettiklerini, onlarla sık sık karşılaştıklarını ve onlara nazikçe davrandıklarını söyledi. Hatta onlarla birlikte herhangi bir tehlike olmadan yaşamakla kalmadılar, onlarla âdeta tanışıyormuşçasına konuştular, adını ve ülkesini unuttuğum bir prensin yüreğine o kadar girmişlerdi ki, hem onlara gerekli olan her şeyden bolca verdi, hem denizden geçerken tekneler ile hem de karada eğitim aldıklarında vagonlar ile seyahat rahatlığı sağladı. Onlara, çok sadık bir rehber gönderdi; onları görecek akılları olan diğer prenslere tanıtıp tavsiye edecekti. Günlerce süren yolculuktan sonra, hem mutlu bir şekilde yönetilen hem de iyi insanlarla dolu olan kasabalara, şehirlere ve eyaletlere ulaştılar. Ekvator’un altında ve güneş hareket ederken her iki tarafta, güneşin hiç kesilmeyen ısısıyla kavrulmuş muazzam çöller uzanıyordu; toprak solmuş, her şey kasvetli görünüyordu ve tüm yerler ya oldukça ıssızdı ya da vahşi hayvanlarla, yılanlarla ve hayvanlardan ne daha az vahşi ne de daha az acımasız olan birkaç kişiyle doluydu. Ancak ilerledikçe yeni bir manzarayla karşılaştılar, her şey daha bir ılımanlaşmıştı, hava biraz daha ılıktı, toprak daha yeşil ve hayvanlar bile daha az vahşiydi.