Adanın Kızı Anne. Люси Мод МонтгомериЧитать онлайн книгу.
“Galiba avlu manzarasını tercih ederdim.”
“Hayır etmezdin. Bekle ve gör. Eski St. John Mezarlığı çok güzel bir yer. O kadar uzun süre mezarlık olarak kalmış ki artık mezarlığa benzemiyor ve Kingsport’un en güzel manzaralarından biri. Dün keyif egzersizi için oradaydım. Koca bir taş duvar ile sıra sıra devasa ağaçlarla çevrili. Tuhaf mezar taşlarının üzerine acayip şeyler yazılmış. Oraya ders çalışmaya gideceksin Anne, görürsün bak. Tabii ki artık ölüleri oraya gömmüyorlar. Ama birkaç yıl önce Kırım Savaşı’nda ölen Nova Scotia askerleri için güzel bir anıt dikmişler. Giriş kapılarının tam karşısında ve senin eskiden söylediğin gibi ‘hayal gücüne yer var’. İşte bavulun. Baksana çocuklar “iyi geceler” demeye geliyorlar. Charlie Sloane’un elini gerçekten sıkmak zorunda mıyım Anne? Elleri hep soğuk ve balıksı oluyor. Bizi arada bir ziyaret etmelerini istemeliyiz. Bayan Hannah bana ‘genç beyefendi ziyaretçileri’ haftada iki akşam, erken gitmeleri şartıyla kabul edebileceğimizi söyledi. Bayan Ada da tebessüm ederek güzel yastıklarına oturmamalarını rica etti. Bunu sağlayacağıma söz verdim. Ama zemin dışında nereye oturacaklar bilemiyorum çünkü her şeyde yastık var. Bayan Ada’nın Battenburg dantelinden yapılma ince işlemeli bir yastığı piyanonun üzerinde duruyor.”
Anne artık gülmeye başlamıştı. Priscilla’nın neşeli gevezeliği amacına ulaşmış, Anne’in keyfini yerine getirmişti ve o an için yuva hasreti kaybolmuştu. Nihayet küçük odasına çekilip de yalnız kaldığında bile tam olarak hissetmedi bu hasreti. Penceresine doğru yürüdü ve dışarı baktı. Aşağıdaki cadde loş ve sessizdi. Karşıda, eski St. John Mezarlığı’ndaki ağaçların üzerinde, anıtın üzerindeki koca aslan başının hemen arkasında parlıyordu ay. Anne, Green Gables’tan henüz o sabah ayrılmış olduğuna inanamadı. Bir günlük değişim ve seyahat uzun zaman geçmiş gibi bir his yaratıyordu.
“Aynı ay Green Gables’a da bakıyordur muhtemelen.” dedi düşünceli bir şekilde. “Ama bunu düşünmeyeceğim. Orada yuva hasreti uzanıyor. Güzelce ağlamayacağım bile. Bunu daha uygun bir zamana erteleyeceğim. Şimdi sakince ve akıllıca yatağıma gidip uyuyacağım.”
BÖLÜM 4
NİSAN’IN KADINI
Kingsport erken kolonyal dönemlere kulak veren tuhaf, eski bir kentti ve bu dönemin tarihî atmosferi ile kaplanmıştı. Gençlik kıyafetleri kuşanan zarif bir ihtiyar hanımefendi gibiydi. Yer yer modernlik filizlerine rastlansa da tuhaf kalıntılarla dolu ve geçmişin çok sayıda romantizmi ile hale misali çevrelenmiş kalbi değişmemişti. Kingsport’un, yaban arazilerine âdeta sınır karakolu olarak iş gördüğü eski zamanlarda Kızılderililer, göçmenlerin hayatını sıradanlıktan uzak tutuyorlardı. Sonralarda kenti dönüşümlü olarak işgal eden Britanyalılar ve Fransızlar arasında bir ihtilaf sebebi hâline geldi. Kent her bir işgal sonrasında birbiriyle savaşan bu iki milletin açtığı taze yaralarla damgalanıyordu.
Kent parkında her tarafını turistlerin imzaladığı bir Martello kulesi, uzak tepelerde parçalanmış bir Fransız kalesi ve çeşitli meydanlarda eski savaş topları vardı. Meraklıların araştırabileceği başka tarihî yerler de mevcuttu elbette; ancak hiçbiri, iki tarafında eski usul evlerin olduğu sessiz caddeler bulunan diğer iki tarafı ise yoğun ve hareketli geçiş yollarıyla çevrelenmiş, şehrin göbeğindeki eski St. John Mezarlığı kadar tuhaf ve keyifli değildi. Kingsport’un her bir vatandaşı Eski St. John Mezarlığı’nı gururla sahiplenmenin heyecanını hissederdi. Tevazuyu bir kenara bırakacak olurlarsa başının üzerinde eğri büğrü bir taş levha bulunan bir mezarda gömülü atalarından bahsederlerdi. Bazen mezarlığın üzerine düşmüş bulunan bu taşlarda ölen kişiye dair bütün temel bilgilerin yazıldığı olurdu. Bu eski mezar taşlarının çoğu, ince bir sanat ya da hünerle işlenmemişti. Büyük bir kısmı kahverengi ya da gri yerli taşların üzerine kabaca yontulmuş harflerden oluşuyordu ve sadece çok azında süsleme teşebbüsü görülmekteydi. Bazı taşlara çapraz kemikler ve kafatası yontulmuştu ve bu tasarıma sıklıkla bebek melek kafası eşlik ediyordu. Çoğu mezar taşı devrilmişti ve harabeye dönmüştü. Zamanın dişleri neredeyse tüm mezar taşlarının üzerindeki yazıları silinceye kadar kemirmişti. Diğerleri ise güçlükle okunabiliyordu. Sıra sıra karaağaçların hem çevrelediği hem de aralarına dağıldığı mezarlarda yakınlardaki trafiğin gürültüsünden hiç rahatsız olmadan ağaçların gölgelerinin altında rüzgârın ve yaprakların mırıldandığı şarkıları sonsuza kadar dinleyen rüyasız uyuyanların bulunduğu bu alan hem dopdoluydu hem de bir getto hâlini almıştı.
Anne, St. John Mezarlığı’na yapacağı çok sayıda geziden ilkini ertesi gün öğleden sonra gerçekleştirdi. Priscilla ile beraber öğleden önce Redmond’a gidip öğrenci olarak kaydolmuşlardı ve o gün için yapacak başka işleri yoktu. Çoğu nereye ait olduğundan pek de emin görünmeyen oldukça tuhaf görünüşlü yabancı kalabalıklarla çevrelenmiş olmak pek de neşe vermediğinden kızlar seve seve bir kaçamak yaptılar.
İlk sınıfın tazecik kızları ikişerli ya da üçerli gruplar hâlinde ayrı ayrı duruyor, birbirlerine işkillenerek bakıyorlardı. Taze delikanlılar ise girişin olduğu devasa merdivenlerde bir arada oturuyor, gencecik akciğerlerinin tüm dinçliği ile ezelî rakipleri ikinci sınıflara âdeta meydan okurcasına haykırıyorlardı. İşte bu ikinci sınıflardan bazıları kibirli bir tavırla sinsi sinsi dolaşıyor merdivenlerdeki “yontulmamış yavru hayvanlara” tiksintiyle bakıyorlardı. Gilbert ve Charlie görünürlerde yoktu.
“Bir Sloane’u görme ihtimalinin beni mutlu edeceği aklımın ucundan geçmezdi.” dedi Priscilla kampüsten geçtikleri sırada. “Ama Charlie’nin pörtlek gözlerini sevinçle karşılardım. Onun gözleri en azından tanıdık gözler.”
“Ah!” diyerek iç çekti Anne. “Kayıt olmak için ayakta sıramı beklerken nasıl hissettiğimi tarif edemem. Kocaman bir kovanın içindeki en minik su damlası misali önemsiz hissediyordum kendimi. Böyle hissetmek yeterince kötüyken asla ama asla önemsiz dışında bir şey olamayacağımı hissetmenin tüm ruhuma işlemiş olması ise dayanılmaz. Kendimi böyle hissettim işte. Sanki görünmezmişim de ikinci sınıflar üzerime basacakmış gibi geldi. Hiç kimse arkamdan ağlamadan, beni onurlandırmadan ve bana ağıt yakılmadan mezarıma gömülürdüm herhâlde.”
“Gelecek yıla kadar bekle.” diye teselli etti arkadaşını Priscilla. “O zaman biz de herhangi bir ikinci sınıf kadar sıkılmış ve çokbilmiş görünmeyi başaracağız. Önemsiz hissetmek elbette ki çok korkunç ama benim gibi kocaman ve tuhaf hissetmekten daha iyi bence. Sanki tüm Redmond’a yayılmışım gibi… Ben de kendimi işte böyle hissettim. Sanırım kalabalıktaki herhangi bir kişiden en az beş santim uzundum. İkinci sınıflardan birinin üzerime basmasından korkmadım. Beni fil ya da patatesle beslenmiş aşırı gelişkin bir adalı zannetmelerinden korktum.”
“Sanırım asıl sorun büyük Redmond’ın küçük Queens olmamasını kabul edemiyor oluşumuz.” dedi Anne, ruhunun çıplaklığını eski ve bilindik neşeli felsefesinin kırıntılarını bir araya getirerek kaplamaya çalıştı. “Queens’ten ayrıldığımızda herkesi tanıyorduk ve kendimize ait bir yerimiz vardı. Sanırım Queens’te bıraktığımız yerden Redmond’a devam edeceğimizi düşündük bilinçaltımızda. Şimdi ise zeminin ayaklarımızın altından kayıp gittiğini hissediyoruz. Şu anki hâletiruhiyemi Bayan Lynde’in ya da Bayan Elisha Wright’ın bilmiyor ve asla bilemeyecek olmaları beni memnun ediyor ‘Ben demiştim’ diye övünürler, sonun başlangıcının geldiğini düşünürlerdi. Hâlbuki daha başlangıcın sonundayım.”
“Kesinlikle. İşte bu tam Annelik bir söz. Kısa süre içinde ortama alışır, insanlarla tanışırız ve her şey iyi olur. Peki karma eğitimcilerin giyinme odasının