Dorian Gray’in Portresi. Оскар УайльдЧитать онлайн книгу.
Söylesem, yaşadığım tüm keyif yok olacak. Bu saçma bir alışkanlık, bunu söylemekten çekinmiyorum; ancak bana öyle geliyor ki, insanın hayatına fazlasıyla romantizm katıyor bence. Sanıyorum bu yüzden benim bir aptal olduğumu düşünüyorsundur?”
“Hiç de değil.” diye cevap verdi Lord Henry. “Hiç de değil sevgili Basil. Evli olduğumu unutmuş gibi konuşuyorsun; ayrıca evlilik kurumunun cazibelerinden biri de yalana dayalı bir hayatı taraflar için mutlak biçimde gerekli kılmasıdır. Ben eşimin nerede olduğunu asla bilmem ve eşim de benim neler yaptığımı bilmez. Bir araya geldiğimiz zamanlarda -ki ara sıra bir araya geliyoruz- beraber yemek yediğimizde veya dükü ziyaret ettiğimizde, en ciddi tavrımızı takınıp birbirimize duyabileceğin en saçma hikâyeleri anlatıyoruz. Eşim bu konuda oldukça iyi ve doğruyu söylemek gerekirse benden çok daha başarılı. Randevu tarihlerini asla şaşırmaz ama ben bunu hep yaparım. Yine de ne zaman beni yakalasa hiç mesele çıkarmaz. Bazen tartışma çıkarmasını isterim, ama o buna gülümseyip geçer.”
Bahçeye açılan kapıya doğru yürürken “Evliliğin hakkında bu şekilde konuşman hiç hoşuma gitmiyor Harry.” dedi Basil Hallward. “Bana kalırsa sen gerçekten çok iyi bir eşsin ama kendi erdemlerinden çok utanıyorsun. Sen sıra dışı bir adamsın. Asla ahlaki bir söz söylemez ve yanlış bir iş de yapmazsın. Alaycı tavırların bütünüyle bir maske.”
“Tabii olmak başlı başına bir maske ve benim gördüğüm en rahatsız edici maske!” diye haykırdı Lord Henry gülerek.
İki adam birlikte bahçeye çıktılar ve büyük bir taflanın gölgesi altında duran, bambu ağacından yapılmış, uzunca bir banka kuruldular. Güneş ışığı parlak yaprakların arasından sızıyordu. Ürkek, beyaz papatyalar çimenlerin arasında titriyorlardı.
Lord Henry, biraz durup saatini çıkardı. “Korkarım gitmem gerekiyor Basil.” diye mırıldandı. “Gitmeden önce, biraz evvel sorduğum bir sorunun cevabını vermen konusunda ısrar edeceğim.”
Gözleri yere sabitlenmiş bir şekilde “Nedir o?” dedi ressam.
“Gayet iyi biliyorsun.”
“Bilmiyorum Harry.”
“Peki, sana ne olduğunu söyleyeceğim. Dorian Gray’in resmini neden sergilemeyeceğini açıklamanı istiyorum. Gerçek nedenini söylemeni istiyorum.”
“Sana gerçek nedenini söyledim.”
“Hayır, söylemedin. Bana, resme kendinden çok fazla şey kattığın için sergilemeyeceğini söyledin. Ve bu çocukça bir açıklama.”
“Harry!” dedi Basil Hallward, doğrudan adamın yüzüne bakarak. “Duygularla resmedilen her portre, sanatçının portresidir; modelin değil. Model sadece bir tesadüf, bir vesiledir. Ressamın açığa vurduğu model değildir. Ressam o renkli tuvalin üzerinde aslında kendi tecellisini yansıtır. Bu resmi sergilemeyecek olmamın nedeni, korkarım onun üzerinde kendi ruhumun sırlarını göstermiş olmamdır.”
Lord Henry güldü. “Peki nedir o?” diye sordu.
“Sana söyleyeceğim.” dedi Hallward, fakat yüzünde bir tereddüt ifadesi belirdi.
Gözlerini ona çevirdi ve “Pürdikkat bekliyorum Basil.” diye devam etti ahbabı.
Ressam “Ah, aslında anlatacak çok bir şey yok Harry.” diye karşılık verdi. “Ve korkarım anlatacağım şeyi pek anlamayacaksın. Belki de inanmakta güçlük çekeceksin.”
Lord Henry tebessüm etti ve eğildi, pembe taç yapraklı bir papatya koparıp incelemeye başladı. “Anlayacağım konusunda hiç şüphem yok.” diye cevap verdi, çiçeğin ortasındaki küçük, beyaz tüyleri olan, altın rengi kısma bakarken. “Ve inanmak konusuna gelecek olursak; ben, tamamen inanılmaz olması şartıyla, her şeye inanabilirim.”
Rüzgâr, ağaçları sallayarak kimi çiçeklerini döktü, bir araya toplanmış yıldızları andıran yapraklarının ağırlığıyla leylak çiçekleri sakin havanın içinde ileri geri sallandılar. Duvarın hemen yanında bir ağustos böceği cırlamaya başladı, mavi bir ipliği andıran, ince ve uzun yusufçuk böceği, şeffaf kahverengi kanatlarını çırpıp süzülerek, geçip gitti. Lord Henry bir an için Basil Hallward’ın kalp atışlarını duyar gibi oldu, kendisini neyin beklediğini çok merak ediyordu.
Biraz sonra ressam “Hikâye özetle şöyle.” dedi. “İki ay evvel Leydi Brandon’lardaki büyük bir davete katıldım. Biz fukara sanatçıların, arada bir topluma kendimizi göstermemiz gerektiğini bilirsin; onlara bizim birer yabani olmadığımızı hatırlatmak için yaparız bunu. Koyu renk bir ceket giyip beyaz bir kravat takmıştım, hatırlarsın, bir seferinde bana herkesin, hatta bir borsa simsarının bile bu kıyafetlerle medeni bir imaj yaratabileceğini söylemiştin. Her neyse, odalardan birinde on dakika takıldım ve kocaman abartılı elbiseler içindeki gösteriş meraklısı kadınlarla ve insanı canından bezdiren akademisyenlerle konuşurken aniden birinin bana baktığını fark ettim. Yana doğru döndüm ve Dorian Gray’i ilk kez o an gördüm. Bakışlarımız buluştuğunda elimin ayağımın boşaldığını hissettim. Üzerime nadiren hissettiğim bir korku hissi hücum etti. İzin verdiğim takdirde, sadece kişiliği ile benim tabiatımı, bütün ruhumu, bizzat sanatımı istila edebilecek kadar büyüleyici bir şahsiyetle karşı karşıya olduğumu anladım. Hayatımda hiçbir haricî tesire yer vermek istemezdim. Sen de bilirsin Harry, ben yapım gereği bağımsız bir adamımdır. Her zaman kendi kendimin efendisi olmuşumdur, en azından Dorian Gray ile tanışana kadar bu böyleydi. Ama sonra… Bunu sana nasıl anlatacağımı bilmiyorum. Sanki bir şey bana hayatımda korkunç bir buhranın eşiğinde olduğumu söylüyordu. Kaderin benim için muazzam zevkler ve acılar hazırladığına dair tuhaf bir his kapladı içimi. Dehşete kapılıp odayı terk ettim. Bunu bilinçli olarak yapmamıştım: Bu bir tür korkaklık refleksiydi. Kaçmaya çalışmamın yükümlülüğü bana ait değil.”
“Şuur ve korkaklık aslında aynı şeyler Basil. Şuur sadece vitrindeki ismi. O kadar.”
“Buna inanmıyorum Harry, senin de inandığını düşünmüyorum. Gelgelelim, o anki dürtülerim her ne ise -ki bu gurur olabilir, nitekim o zamanlar çok mağrur birisiydim- beni kesinlikle kapıya doğru yöneltmişti. Orada, hâliyle, Leydi Brandon engeline takıldım. ‘Bu kadar erken ayrılmıyorsunuz değil mi Bay Hallward?!’ diye bağırdı. Onun o tuhaf tiz sesini biliyorsun, değil mi?”
Lord Henry uzun ve sinirli parmaklarıyla papatyanın yapraklarını koparırken, “Evet, o kadın güzelliği hariç her yönüyle tavus kuşuna benziyor!” dedi.
“Ondan bir türlü kurtulamadım. Beni asilzadelerin, yüksek rütbeli insanların ve devasa taçlar takmış, papağan burunlu yaşlı kadınların yanlarına sürükledi. Benden sanki en yakın arkadaşıymışım gibi bahsetti. Onunla ömrümde sadece bir defa karşılaşmıştım, ama o beni herkesle tanıştırmayı kafasına koymuştu. Sanıyorum o zamanlarda bazı resimlerim ciddi başarı elde etmişti, en azından ucuz gazetelerde eserlerin bahsi geçmişti ki bu on dokuzuncu yüzyıl standartlarında ölümsüzlük demektir. Şahsiyetiyle çok tuhaf bir biçimde heyecanlanmama neden olan bu genç adamla bir anda yüz yüze geldim. Çok yakındık, neredeyse birbirimize değecektik. Bakışlarımız tekrar buluştu. Pervasızca davrandığımı biliyorum ama yine de Leydi Brandon’dan bizi tanıştırmasını istedim. Her şeye rağmen, belki o kadar da pervasız bir hareket değildi. Âdeta kaçınılmazdı. Hiçbir girizgâha ihtiyaç duymaksızın muhabbet etmiştik. Bundan şüphem yok. Daha sonra Dorian da bana aynısını söyledi. Tanışmamızın kaderimizde yazılı olduğunu o da hissetmiş.”
“Peki Leydi Brandon bu fevkalade genç adam için neler söyledi?” diye sordu arkadaşı. “Tüm misafirleri hakkında çabucak özet geçmek için can attığını biliyorum. Beni, her