Monte Kristo Kontu. Александр ДюмаЧитать онлайн книгу.
şeyleri vererek gittiler.
Bir saat sonra küçük gemi gözden kaybolmuştu. Dantés dağdaki keçiler gibi çevik bir hareketle kalktı. Bir eline tüfeği, ötekine de kazmayı alarak çentiklerin son bulduğu kayaya doğru koştu.
Kayanın dibinden itibaren çentikleri geriye doğru takip ederek bir kayığın girebileceği büyüklükte bir ağzı ve içinde durabileceği kadar derinliği olan küçük bir koya ulaştı. Görünmek istemeyen kardinalin bu koyda karaya çıktığı, kayığı orada sakladığı, çentiklerle işaretlenen yolu takip ederek o yolun sonunda hazineyi gömdüğü neticesine vardı. Bunun üzerine tekrar büyük, yuvarlak kayaya gitti.
Orada bu varsayımı altüst oldu. Kaya en az iki yahut üç ton ağırlığında idi. Kardinal bu kayayı nasıl buraya oturtabilirdi?
Aklına yeni bir fikir geldi. Kaya buraya oturtulmak üzere kaldırılmamış, aksine indirilmiş olamaz mıydı? Eskiden durduğu yeri bulmak için kayanın üstüne çıktı. Bir bayır gördü. Kaya bu bayırdan şimdiki yerine kaydırılmış ve takoz gibi kullanılan alelade bir yapı taşı ile de şimdiki yerine oturtulmuştu.
Dantés bir zeytin ağacı kesti. Dallarını budadı ve kayayı ağacın gövdesi ile kaldırmaya çalıştı. Fakat kaya o kadar ağır ve altındaki kaya takoz ile olduğu yere o kadar sağlam bir şekilde yerleşmişti ki insan gücü ile kımıldatmanın imkânı yoktu. Bir müddet düşündü. Sonra bütün gücünü, o takozu oynatmak için sarf etmeye karar verdi. Etrafına baktı. Gözlerine, arkadaşı Jacopo’nun verdiği barut ilişti.
Kazma ile koca kayadan takoza doğru uzun bir delik kazdı. Deliğe barut doldurdu. Mendilinden bir parça kopararak fitil yaptı. Fitilin bir ucunu barut dolu deliğe soktu. Öbür ucunu ateşleyerek oradan kaçtı. Az sonra barut patladı. Bu muazzam kuvvetle büyük kaya bir an yerinden oynar gibi oldu. Altındaki takoz da parçalandı.
Dantés kayanın yanına geldi. Hiçbir dayanağı kalmamış olan koca kaya, sırtın ucunda ha düştü ha düşecek durumda idi. Dantés kayanın çevresinde dolaşarak yere en gevşek şekilde dayandığı noktayı buldu. Zeytin ağacının gövdesini buraya yerleştirdi ve bütün gücü ile üstten abandı. Kaya sarsıldı. Sonra tamamıyla yerinden oynadı ve denize uçtu. Üstünde durduğu noktada, ortasında demir bir halka olan dört köşe bir taş meydana çıktı.
Dantés hayret ve sevinçle bağırdı. Bacakları öyle titremeye, kalbi öyle atmaya başladı ki bir an öyle durmaya mecbur oldu. Sonra ağaç gövdesini bu halkadan geçirerek dört köşe taşı şiddetle çekti. Kenara attı. Taşın daha önce olduğu yerde, alttaki mağaranın karanlık derinliklerine doğru giden dik bir merdiven gördü.
Onun yerinde kim olsa sevinçle bağırarak bu merdivene atılırdı. Dantés tereddütle durdu. Yüzü sarardı. “Bir hayal kırıklığına uğrarsam kendimi bırakmamalıyım.” diye söylendi. “Yoksa çektiğim bütün ızdırap boşa gider.” Yüzünde mütereddit bir gülümseme ile mağaranın merdivenini inerken “Kim bilir…” diye söyleniyordu.
Karanlıkta görmeye alışkın olan gözleri, mağaraya girdikten birkaç saniye sonra etrafını iyice seçmeye başladı. Mağaranın duvarları granit idi. Kardinalin mektubundaki kısmı hatırladı: Hazine, ikinci oyuğun sonundadır. Daha birinci mağarayı bulmuştu. Şimdi ikincisini araması lazımdı. Elindeki kazma ile duvarlara vurdu. Böyle vura vura granitin daha boş, daha boğuk ses verdiği bir noktasını buldu. Burasına daha kuvvetle vurdu. Bu sefer gözüne başka bir şey çarptı. Vurduğu yerden astar gibi bir şey sarkmış, altından kül renginde daha yumuşak bir taş çıkmıştı. Granit kayadaki delik başka bir taşla kapatılmış, üstüne, granit kayanın rengi verilmiş bir sıva çekilmişti. Dantés kazmasının ucu ile bu taşa dokundu. Kazma üç santim taşa girdi.
Dantés bir müddet böyle çalıştıktan sonra bu taşın bir bütün olmadığını, çeşitli taşların üst üste konmasından meydana geldiğini ve hepsinin üstüne de bir sıva çekildiğini anladı. Bu taşların arasına kazmanın ucunu sokarak sapı çekti. Bir taş ayaklarının dibine düştü. Öbür taşları da aynı şekilde düşürdü. Uzun bir tereddütten sonra da açılan delikten ikinci mağaraya girdi.
Burası da birinci mağara gibi boştu. Eğer doğruysa hazine bu mağaranın dibine gömülmüştü. En mühim an gelmişti. Büyük mutluluğu yahut isteği ile kendi arasında ancak iki adım vardı. Mağaranın en dip köşesine doğru yürüdü. Sonra ani bir kararla kazmasını yere indirmeye başladı. Beşinci yahut altıncı vuruşta kazmanın ucu madenî bir şeye çarptı. Çarptığı yerin biraz yan tarafına dokundu. Kazmanın ucu hâlâ sert bir şeye çarpıyordu ama ses aynı değildi. Kendi kendine “Demir çemberli tahta bir sandık bu.” diye söylendi.
Tam o sırada ışık bir an için gölgelendi. Dantés elinden kazmayı atarak tüfeğini kavradı ve hızla mağaradan çıktı. Bir yaban keçisi birinci mağaranın ağzının üstünden atlamıştı ve ötede Dantés’ye bakıyordu.Dantés bir an düşündü. Küçük bir çam ağacı kesti. Kıyıya gitti. Gemicilerin keçiyi pişirmek için yaktıkları ateşten elindeki çam ağacını ateşledi. Az sonra görmeyi ümit ettiği şeyin en küçük bir parçasını bile gözden kaçırmak istemiyordu.
Elindeki meşaleyi, kazdığı son yere doğru tuttu. Yanılmamıştı. Kaz ma, tahta ve madenden bir şeye çarpmıştı. Çam ağacının sapını toprağa soktu ve işine devam etti. Bir müddet sonra doksan santim uzunluğunda ve altmış santim eninde bir yeri temizlemişti. Ortaya demir çemberli bir meşe sandık çıktı. Kapağın ortasındaki gümüş bir levhada -Faria kendisine defalarca çizip gösterdiği için- kolayca tanıdığı Spada Ailesi’nin arması vardı. Artık en ufak bir şüpheye mahâl yoktu. Hazine orada idi. İçindekileri aldıktan sonra boş bir sandığı yerine bırakmak için kimse bu kadar zahmete katlanmazdı.
Dantés süratle sandığın etrafını temizledi. Önce kilit, sonra da sandığın her iki tarafındaki kulplar meydana çıktı. Bu kulplar, en basit madenleri bile bir sanat eseri hâline getiren bir devrin anlayışı ile yapılmıştı. Dantés bu kulplardan tutarak sandığı kaldırmak istedi; kilitli idi. Kazmanın ucunu sandıkla kapağı arasına soktu ve kazma sapını aşağı doğru bastırdı. Kapak çıtırdadı, sonra da açıldı.
Dantés gördüklerinden şaşkına döndü. Bir çocuk gibi gözlerini yumdu, açtı ve dili tutulmuş gibi öylece kalakaldı.
Sandık üç bölmeye ayrılmıştı. Bu bölmelerden ilkinde sarı sarı altınlar ışıldıyordu. İkincisinde düzenli bir hâlde yerleştirilmiş külçe altınlar vardı. Ancak yarısına kadar dolu olan üçüncü bölümde de elmaslar, inciler ve yakutlar duruyordu. Dantés bu bölmeye ellerini daldırarak avuç dolusu mücevheri kaldırdı sonra parmaklarını araladı. Taşlar ışıltılı bir çağlayan gibi parmaklarının arasından dökülürken pencere pervazlarına çarpan dolu taneleri gibi sesler çıkarıyordu.
Dantés bu hazineyi görüp titreyen ellerini altın ve mücevherlere daldırdıktan sonra çıldırma derecesine gelmiş insanların o korkunç heyecanı içinde mağaradan fırladı. Adanın çepeçevre etrafını gören bir kayaya tırmandı. Evet, bu hesapsız, bu duyulmamış, kendisine ait bu efsanevi servetle baş başa idi. Fakat acaba uyanık mıydı yoksa rüya mı görüyordu? Altınlarını tekrar görmek istedi fakat o anda bu hazineye bakmak cesaretini kendinde bulamadı. Aklını kaçırmaktan korkar gibi elleri ile başını sıktı. Yaban keçilerini ve martıları ürküten bağırmalar ve el hareketleri ile deli gibi adanın etrafında koşmaya başladı. Sonra geri döndü. Rüya görüp görmemiş olduğundan hâlâ şüphe duyarak mağaraya koştu ve kendini tekrar altın ve mücevherlerin karşısında buldu. Ellerini kalbine bastırarak diz çöktü ve yalnız Tanrı’nın bildiği bir dua okudu.
14
Dantés