Mecburiyet. Стефан ЦвейгЧитать онлайн книгу.
hayatın gerçekçiliğini hissetmek için bir istek oluştu. Ve bakışlarını uzağa çevirdiğinde aşağıdaki gri sisin içinde, köyün bittiği ve yolun kısa aralıklı dönemeçlerle buraya, yukarılara çıktığı yerde insan ya da hayvan gibi bir şey yavaş yavaş hareket ediyormuş gibi geldi. Yumuşak bir şeylere sarılmış bu küçük şey yaklaşmaktaydı, önce kendisinden başka bir şeyin daha uyanık olduğuna sevindi ama aynı zamanda da yakıcı ve sağlıklı olmayan bir merak sardı benliğini. Gri figürün şimdi olduğu yerde, komşu köye veya buraya çıkan bir dört yol ağzı vardı: Yabancı, bir an soluklanıp tereddüt ediyormuş gibi durdu. Sonra ağır ağır dar dağ yolundan yukarı çıkmaya başladı.
Ferdinand huzursuz oldu. “Kim bu yabancı?” diye sordu kendi kendine. “Hangi mecburiyet onu da benim gibi sabah sabah karanlık odasının sıcağından dışarıya çıkardı? Bana mı geliyor, benden ne istiyor?” Şimdi yaklaşıp sis hafifleyince tanıdı onu: Postacıydı bu. Her sabah, sanki sekiz kere vuran kilisenin çanıyla harekete geçiyormuş gibi buraya tırmanırdı. Ferdinand onu uçları kırlaşmış kızıl, denizci sakallı kaba yüzünden ve mavi gözlüğünden tanırdı. Adı Nussbaum1 idi ama sert hareketleri ile mektupları vermeden önce ciddi ve gururlu bir tavırla büyük, siyah deri çantasını sağ tarafa atması nedeniyle Nussknacker2 diyordu ona Ferdinand.
Ferdinand, onun; çantasını sol tarafına atmış, yere kuvvetle basa basa, kısa bacaklarıyla adım adım, son derece asil bir biçimde yürümeye çalıştığını görünce gülümsemeden edemedi. Ama birdenbire dizlerinin titrediğini hissetti. Gözlerinin üstüne kaldırdığı eli felç olmuş gibi indi. Bugün, dün ve haftalardır hissettiği huzursuzluğu yeniden hissetti. Bu insanın kendisine doğru geldiğini hissediyordu, adım adım ve sadece kendisine doğru. Kendinde değilmiş gibi kapıyı açtı, uyuyan karısının yanından usulca geçti ve hızla merdivenlerden indi; bahçe çitlerinin yanından aşağıya, postacıya doğru gitti. Bahçe kapısında onunla çarpıştı. “Benim için… Benim için…” dedi ve üç kere yeniden başlamak zorunda kaldı. “Bana bir şey var mı?”
Postacı onu görebilmek için buğulu gözlüğünü kaldırdı. “Evet, evet.” dedi. Bir hareketle siyah çantasını sağ tarafa attı, -nemli ve soğuk sisten kızarmış, kocaman solucanlar gibi görünen- parmaklarıyla mektupları karıştırdı. Ferdinand titriyordu. Postacı nihayet birisini çıkardı. Büyük, kahverengi bir zarftı, üzerinde “resmî” damgası ve altında ismi vardı. “İmzalamanız gerekiyor.” dedi postacı, mürekkepli kalemini ıslatıp defteri ona uzattı. Ferdinand, heyecandan tek bir hareketle, imza olarak okunmaz bir biçimde ismini karaladı.
Sonra şişman, kırmızı elin ona uzattığı mektubu aldı. Ama parmakları öyle uyuşmuştu ki kâğıt elinden kayıp yere, ıslak toprağa, nemli ağaç yapraklarının üzerine düştü. Ve onu almak için eğildiğinde kokuşmuş, çürümüş bir şeylerin keskin kokusu karıştı nefesine. Buydu, şimdi net bir biçimde biliyordu, haftalardan beri gizli gizli huzurunu kaçıran buydu. Bilmeden beklediği, uzaktaki anlamsız ve belirsiz bir yerden gelecek olan, onu arayan, daktiloda yazılmış ruhsuz kelimelerle sıcak hayatına, özgürlüğüne uzanan bu mektuptu.
Nasıl bir süvari yeşil ve çalılık bir ormanda keşfe çıktığında görmediği soğuk, çelik bir namlunun kendisine yöneldiğini ve içindeki küçük kurşunun karanlığa, bedeninin içine girmek istediğini hissederse o da bu mektubun bir yerlerden çıkıp geleceğini hissetmişti. Karşı koymak için çevirdiği, geceler boyunca düşüncelerini ele geçiren tüm o küçük dalavereleri boşunaydı demek: Artık ona ulaşmışlardı. Karşı tarafta bir at tüccarı gibi kolundaki kaslarını inceleyen askerî doktorun karşısında çıplak, soğuktan ve tiksintiden dolayı titreyerek durmasının; insanlık onurunun bu devirde böyle aşağılandığını ve Avrupa’nın esarete teslim olduğunu fark etmesinin üzerinden daha sekiz ay bile geçmemişti. Vatanseverlik hakkındaki boş sözlerin boğucu havasına ancak iki ay dayanmış ama sonra yavaş yavaş nefes alamıyor gibi olmuş ve çevresindeki insanlar konuşmak için ağızlarını açtıklarında dillerinde yalanın sarı rengini görmeye başlamıştı. Söyledikleri şeyler onu tiksindirmişti. Boş patates çuvallarıyla şafak vakti pazarın basamaklarında oturan ve soğuktan titreyen kadınları gördüğünde, kalbini parçalayan bir baskı hissediyordu: Sıktığı yumruklarıyla etrafta dolaşıyor ve içindeki bu, kendisini güçsüz kılan kızgınlık hâlinde, öfke ve kinle dolmaya başladığını fark ediyordu. Sonunda birisinin lehinde konuşması sayesinde karısıyla birlikte İsviçre’ye geçebilmeyi başarmıştı: Sınırı geçtiklerinde birden yanaklarına kan hücum etmişti. Öyle sendelemişti ki bir direğe tutunmak zorunda kalmıştı. Kendisinde uzun bir süreden sonra tekrar insanlık, hayat, eylem, irade, güç hissediyordu. Ve ciğerleri havadaki özgürlüğü çekmek için açılmışlardı. Vatan artık onun için bir hapishane ve mecburiyetti. Yabancı ülke dünyadaki vatanı, Avrupa ise insanlık demekti.
Ancak bu hafifleme duygusu fazla uzun sürmedi, sonra yine korku başladı. İsmiyle bir biçimde geride duran bu kanlı çalılığa takılıp kaldığını hissediyordu. Bilmediği, tanımadığı ancak onu bilen ve özgür bırakmayan bir şeyler olduğunun farkındaydı. Görünmez, uykusuz, soğuk bir gözün onu gözlemek için bir yerlerde pusuya yatmış olduğunu biliyordu.
İçine, çok derinlere gömüldü, askerlik görevine katılmak için “teslim ol” emirlerini görmemek adına gazeteleri okumadı, izini kaybettirmek için evini değiştirdi, mektuplarını karısı adına poste restante3 ile gönderme talimatı verdi, soru sormamaları için insanlardan uzak durdu. Şehre hiç inmedi, tuval ve boya alışverişleri için karısını gönderdi. Zürich Gölü yakınındaki bu küçük köyde, bir çiftçiden kiraladığı evde varlığını saklamaya, ismini unutturmaya çalıştı. Ama hep bir şeyi biliyordu: Herhangi bir çekmecede yüz binlerce kâğıdın arasında bir kâğıt vardı ve biliyordu; bir gün, bir yerlerde, bir ara birileri bu çekmeceyi çekecekti. Bu çekmecenin açıldığını, ismini yazan daktilonun sesini duyuyordu ve biliyordu ki bu mektup sonunda onu buluncaya kadar dolaşacak, dolaşacaktı.
Ve işte o kâğıt şimdi parmaklarının arasında, soğuk ve gerçek olarak hışırdıyordu. Ferdinand, sakin kalmaya zorladı kendisini. “Bu yapraktan bana ne?” diyordu kendi kendine. “Yarın öbür gün burada, fundalıklarda binlerce, on binlerce, yüz binlerce yaprak çiçek açacak ve her biri benim için aynı bunun gibi yabancı olacak. Bu ‘resmî’ de ne demek? Okumak zorunda olduğum anlamına mı geliyor? İnsanların arasında benim resmî bir görevim yok ve benim üzerimde de kimse yok. Benim ismim neden burada, bu ben miyim? Onun ben olduğumu söylemem, içinde ne yazdığını okumam için kim beni zorlayabilir? Okumadan yırtarsam, parçaları göle kadar uçuşur ve ne ben bir şey bilirim ne de dünya, hiçbir damla ağaçtan toprağa daha hızlı düşmez, hiçbir nefes dudaklarımdan daha farklı çıkmaz! Ancak ben istersem içindekini öğrenebileceğim bu yaprak nasıl beni nasıl huzursuz edebilir ki? Ve ben istemiyorum. Ben özgürlüğümden başka bir şey istemiyorum.”
Parmakları sert zarfı yırtmak ve ufak parçalara ayırmak için geriliyordu. Ama çok garip: Kasları ona itaat etmiyordu. Ellerinde kendi isteğine karşı gelen bir şeyler vardı, itaat etmiyorlardı. Tüm ruhuyla ellerinin zarfı yırtıp parçalamak istemesine rağmen gayet itinayla zarfı açtı ve titreyerek katlanmış beyaz kâğıdı düzeltti. Kâğıtta zaten bildiği bir şey yazıyordu: Sayı: 34.729 F. M. Bölge Komutanlığı’nın talimatıyla askerliğe elverişliliğinizin tespiti için en geç 22 Mart’a kadar M. Bölge Komutanlığı’nın 8 Numaralı odasında tekrar muayene olmak üzere gelmeniz gerekmektedir. Askerî evrakı size, bu amaçla gitmeniz gereken Zürich Konsolosluğu teslim edecektir.
Bir saat sonra
1
(Alm.) Nussbaum: Ceviz ağacı. (ç.n.)
2
(Alm.) Nussknacker: Ceviz kıracağı. (ç.n.)
3
Poste restante (İng.): Postanenin, alıcı onu arayana kadar postayı beklettiği bir hizmet. (ç.n.)