Kardeş Hikâyeler Kardeş Şiirler. Анонимный авторЧитать онлайн книгу.
mevsimlerin kuytu yerinde,
Ala koçlar yün devşirir serinde,
İt karası ayaz gecelerinde,
Fesatlar an kollar yiğit satmaya.
Yordamsız bakışlar kutlu katında,
Bedeli narına yanmak tadında,
Çapraz zamanların hükmü altında,
Sevdam vakit gözler sözün tutmaya.
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010)
VİCDAN DEHLİZLERİM
Saç tarar seyyareler arzın boy aynasında.
Zamana kurşun sıkarken zaman hırsızı,
Vakitsizliğin girdabında kâinat.
Asıyorum İbrahim’in astığı imanla
Savaş baltamı dünyanın boynuna,
Ve yeni bir savaşa başlıyorum,
Kınalı kuşların gözlerine sürme çektiği şafaklarda.
Yorgun zaman kırıntılarında,
Önce korkmayı öğrendim,
Sonra korkmaktan korkmayı.
Aslında iyi biliriz ‘ölüp hatıra olmayı’
Bundandır boğazı sıkılmış kaldı hep
Dört elif miktarı feryatlarım,
Can suyudur vuslatsız sevdalara gözyaşlarım.
Bu nöbette sıra yok
Bütün nöbetler benim.
Dilim dilim olmuş dilim.
Türlü hakikatler haykırıyor yüzüme
Kendime bile itiraf edemediğim.
Eski bir köy evinin asılmış tavanında,
Sallanır günahlarım üzüm koruğu morluğunda,
Yanmışım ceviz gölgesi koyuluğunda.
Kırdım kilidini sevda hücresinin,
Koca şehrin ilan tahtası göğsüm,
Kanadı kırılmış rüzgârlar,
Yıldızlar olmuş kördüğüm.
Çıkışı belirsiz vicdan dehlizlerimde,
Vuruyorlar beynime güm… güm…
(Avrasya Yazarlar Birliği Edebiyat Akademisi Şiir Atölyesi, 23.04.2010)
ATAMAN KALEBOZAN
28 Şubat 1968’de Ankara’nın Çamlıdere İlçesi’nin Bökeler Köyü’nde doğdu. Sırasıyla Esentepe İlköğretim Okulu, 30 Ağustos Ortaokulu ve Başkent Lisesi’ni Ankara’da tamamladı. Gazi Üniversitesi İİBF İşletme bölümünü bitirdi. Bir süre kendi mesleğiyle ilgili alanda çalıştıktan sonra sınıf öğretmenliğine atandı. Hâlen görevini sürdürmektedir. Evli ve iki erkek çocuğu vardır. Ankara’da yaşamaktadır.
HİKÂYE:
Gönül Senfonisi
Dünyayı Dolduran Kiraz
Bir Avuç Şeker
Martılar
Kırmızı Bizim Oralar
ŞİİR:
Bendeki Anlamını Yokluğun Hatırlatıyor Hep
Dilimizde Teller Kırıldı
Ölesiye Aşk
Ben Aşkı Unutalı Yüzyıl Oldu
Ya Bâde Hû
GÖNÜL SENFONİSİ
Arkadaşları, mutluluk dileklerinden sonra gürültülü kahkahalarla dışarı çıkıp onları baş başa bıraktıklarında gelin, saçlarıyla uğraşmaya başladı. “Ay ne kadar çok toka taktılar! Çıkardıkça artıyor sanki. Yardım etsene canımın içi!” diyerek ipeksi saçlarını eşine uzattı. Sonra sol elinin yüzük parmağındaki halkanın sarısına gururla baktı. Yorgun; fakat mutluydu. Birkaç saat evvel evlenmişler, düğün salonunu dolduran tanıdıklarıyla halaylar çekmişlerdi. Boynuna sıkıca sarılan halası duvağının ipini koparmış, ayakkabıları fena hâlde ayaklarını sıkmış, her kutlamaya gelene ayağa kalkıp oturmaktan bîtap düşmüştü. Gerçekten düğün günü en özel, en eğlenceli gün müydü? Kim demişse, tartışmalı bir söz söylemişti; çünkü sabahtan başlayan yorgunluğu, gün içinde katlanarak devam etmişti. Önce kuaförde, saatlerce saçına şekil vermek için sıcak fönlerle saç diplerini yakmışlar, sonra makyaj yapmak adına ne kadar boya varsa yüzüne sürmüşlerdi. Bir ara makyajı yapan kız, kirpiklerine rimel sürerken damat tarafından gelen meraklı bir çocuk, kızın koluna çarpınca rimelin sert fırçası gözüne girmişti. Dakikalarca gözü acımış, içi kızarmış, tüm makyajı akan gözyaşlarıyla bozulmuş, sonra her şeye yeni baştan başlamışlardı. Her kafadan bir ses çıkmış, başına iki avuç siyah tel toka takılmıştı. Kuaföre verilen bahşişlerle bu işkence bitmişti.
“Hakikaten, bu ne kadar çok toka böyle?” diyen eşinin acemi elleri, tokaları çekerken saçlarını yoldu.
“Of! Dikkatli ol biraz saçımı çektin.” “Affedersin canım.” Yorgunluktan, ağrıyan saç diplerinden, zonklayan ayaklarından, ekşimiş suratının oturakalmışlığından sıkılan gelinlik, bacaklarına dokundu tatsız tatsız. Tokaları tek tek çıkarırken eşi sordu: “ Düğünde senin suratının hâli neydi öyle?”
“ Anlamadım canım benim. “Çok asıktı suratın. Hiç doğru düzgün gülümsemedin. Görenler de benle zorla evlendiriliyorsun sanmıştır.”
Tokalardan kurtulan saçlarını savurarak gözlerini eşine çevirdi: “Yoo!” dedi. “Mutluydum düğünde ben. Yalnızca sonlara doğru bir yorgunluk çöktü üzerime.” “ Ne bileyim, ağabeyim de öyle dedi. Gelin hanım surat asmasın, gülsün biraz dedi.” “Öyle mi? İnan farkında değildim canım. Çok yorulmuştum. Bir de ayaklarım fena zonkluyordu.”
“Tamam her neyse geçti artık. Odamıza gidelim mi? Filmlerdeki gibi seni kucağıma alayım mı?”
“ Deli.” dedi sesine yüklediği utangaçlığını çaktırmamaya çalışarak.
Sonra eğilip gelinliğinin altındaki tarlatanı çıkardı. Koltuğun üzerine bıraktı. Ne kadar komik bir şeydi bu tarlatan. Eteği kabarsın diye gelinliğin altına zorla giydirmişlerdi. Oysaki o, etekleri uçuşan rahat beyaz bir giysiyle altına da babet ayakkabılarını çekip bolca dans etmek istemişti özel gününde. Saçlarını da sıkı topuz yerine bukle bukle dağıtmak istemiş; ama kimse buna izin vermemişti. Aa gelin saçı öyle mi olurmuş? Yok, canım daha nelermiş, gelin topuksuz ayakkabı mı giyermiş? Gelin dediğin ağır olurmuş, masasında otururmuş. Şöyle yaparmış, böyle bakarmış. Mış mış da mış… Böylece onun özeli başkalarının günü olup çıkmıştı. “ Bir daha da ömrü billâh giymem ben bu ayakkabıları.” dedi kendi kendine. Işığı kapattılar.
Sevdiği, âşık olduğu adamla evlenmişti işte. Her gece onun bakışları gözlerine kapanacak, her sabah onun bakışları kalkacaktı göz kapaklarından. Gülüşerek güne başlayacaklar, aşk demlenecekti sabah çayları niyetine evlerinde. Artık gizli kapaklı olmayacaktı buluşmaları. Parklarda havanın kararmasını beklemeyeceklerdi