Kardeş Sesler 2019. Анонимный авторЧитать онлайн книгу.
için demir ızgaranın üstüne koydum. Soğuttuğum mineye rengine uygun bir ip geçirdim. Bu sırada pencereye baktım. Yağmur dinmiş ve uğultular kesilmişti. Yapraklar hareketsizdi. Vakit epeyce ilerlemişti. Ebru Hanım, atölyeyi toparlıyordu. Ona baktığımı görünce: “Sahi ya.”dedi. “Mineyi bir arkadaşına yaptığını söylemiştin. Yurtdışındaydı değil mi?”
“Evet, en iyi arkadaşlarımdan birine yaptım. Kardeşime, Gülnar’a. Eğitimi için yurtdışına çıktı. Ama bahara dönecek. Zaten kardeşlerin geri dönüşü hep bahar ayında olmaz mı?”
Ebru Hanım sorumu anlamadığını belirtircesine kaşlarını kaldırdı. Ama üzerinde durmadı. Kolyeyi çok sevdiğini, kardeşime çok yakışacağını söyledi. Mine işini küçük bir kutuya koydum. Kutuyu nazikçe çantama yerleştirdim. Ebru Hanımla tekrar görüşmek üzere anlaşıp, atölyeden ayrıldım. Sokağa çıktığımda soğuk kendini hissettiriyordu. Yerdeki yaprakların üstüne basarak yürürken gözlerim buğulandı. Dudaklarımdan istemsizce, “Kardeşler hep baharda gelirler.” cümlesi dökülüvermişti. Sararmış çınar yapraklarının süslediği asfaltı, rüzgârın uğultusunu dinleyerek adımladım.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2018)
ŞAHİT ÇOCUK
Elimde tuttuğum siyah şemsiyenin muşambası delinmişti. Yağmur suları kalın damarlı elime sızıyordu. Artık iyice yavaşlamış adımlarımla taş döşeli yolda yürüyordum. İhtiyarlığın önlenemez yokuşundan son sürat inerken dolaştığım bu sokaklar hatıralarıma çıkıyordu. Şu köşe başındaki iki katlı sarı ev arkadaşım Receplerin eviydi. Biz aşağıdaki mahallede oturuyorduk. Ne yapıp eder oyunlarımıza onu da dâhil ederdik. Böylelikle oynayacak bir topumuz olurdu. Çarşının içi çocukluğumun bir döneminde şahit olduğum gibi yanık ve is kokmuyordu şimdi. Sokağı sağlı sollu yerleşmiş kahveciler, kuruyemişçiler, üst-baş satan irili ufaklı dükkânlar dolduruyordu. Buradaki haraketlilik, seyyar satıcıların haykırışları dükkân sahiplerinin “Buyrun”ları hâlâ aynıydı. Bu düşünceler içinde ne zaman buradan geçsem, Koza Han’ın Heykel’e açılan kapısı çocukluğuma çıkardı.
Sıcak bir temmuz sabahı, kafama büyük gelen külahımın altından şakaklarıma ter damlıyordu. Meydanda aşina olmadığım bir sessizlik vardı. Büyük taşlarla döşenmiş cami avlusunda koca çınara kadar koştum. Yazları cehenneme dönen havanın bunaltıcılığına esnafın, ahalinin gözlerindeki sessiz ağıt da ekleniyordu. Rüzgâr kesiliyor, yaslandığım çınarın yaprakları susuyordu. Avlunun hemen karşısındaki belediye binasında çalışanların telaşlı koşuşturmaları duyuluyordu. Gittikçe yaklaşan ritmik bir gürültü, tedirgin bekleyişi yırtarcasına buraya geliyordu. Korktum. Büyüklerimin endişeli yüzleri, çaresiz duruşları çocuk yüreğimi ürküttü. Yaslandığım ağaca tırmandım. Çınarın koca dalına anama sarılır gibi sarıldım. Sıkı sıkı tutundum ona. Ayaklarında ucu ponponlu çarıkları ve etekli üniformalarıyla bir grup asker belediye binasına geldi. Komutan en önde duruyordu. Arkasına dönüp başıyla işaret etti. Bir kısım asker binanın içine girdi. Birkaç dakika sonra ellerinde kelepçeleriyle belediye çalışanlarını dışarı çıkardılar. Komutanları dimdik duruşu ve gür sesi ile anlamadığım bir şeyler söyledi askerlere. Ardından kibirle etrafına yöneltti bakışlarını, işte o anda göz göze geldik. Annemin her gün usanmaksızın ettiği dualar kulaklarımda yankılandı:
“Allah’ım gâvurların zulmünden korusun Osman’ımı.”
Bunca zamandır her yerde anlatılan gâvurlar bunlar mıydı? Demek Mudanya’daki Ethem Amcamların çiftliğini yakan da anamın köyündeki Sultan Nine’nin liralarını çalıp, öldüresiye dövenler de onlardı. Komşular ve babam, evde bunları anlattıkça hele de civar köylerden vahşet haberleri geldikçe anamın gözleri dolardı. Bakışlarını benim ve ablamın üzerinde gezdirirken dudakları kımıldardı. Şimdi o gâvur gözlerini bana dikmiş bakıyordu. Ellerim terledi. Vücudum titremeye başlamıştı. Bana ne yapacağını düşünüyordum ki gözlerini umursamaz bir şekilde devirip belediye binasına girdi. Bayrak direğinde artık mavi-beyaz bir bayrak dalgalanıyordu. Orada, o koca çınar ağacının üstünde ne kadar süre kaldım hatırlamıyorum. Ama o bakışların sinemde bir yerleri yangına çevirdiğini hissetmiştim. Küçüklüğümün o döneminde yüreğimin son yanışı değildi bu. Tam iki yıl süresince boyun eğmek zorunda kalmış insanların gözlerindeki kıvılcımlara yandım. Bir de çok aramama rağmen gözlerinde kıpırtı dahi göremediklerime… Biri üzüntüden diğeri ise hırstandı.
Okula gidip gelirken sokakta oynarken arkadaşlarıma yaşananları anlatmayı alışkanlık haline getirmiştim. Evdekilerin konuştuklarını onlara anlatıyordum. Ulu Cami’ye hayvanlarını bağlayan, çarşıda pazarda hor davranan, genç kızlara sarkıntılık yapan gâvurdan bahsediyordum. Arkadaşımın babası bir gün babamı uyarmış:
“Osman çocuklara neler anlatıyor? Gül gibi geçinip gidiyoruz, bizim bir derdimiz yok. Çocukların kafasını bulandırmasın.” diye. Benim içimi yakan da en çok buydu. Geceleri yüzümü göğe çevirip yeryüzündeki ay ve yıldızın mahzunluğunu şikayet ediyordum.
Umudumun iyice seyreldiği bir eylül ayıydı. Cepheden zafer haberleri geldikçe Yunan zorbalığını arttırıyordu. Müdafaa için çalışan gençleri, kendilerince sebepler bulup hapishaneye kapatıyorlardı. Civar köylerden sürekli kanlı haberler geliyordu. Elimizden silah namına kullanılacak her şey alındıktan sonra yapabildiğimiz tek şey valiliğe zulümleri bildirmekti. Vali de işgal komutanlığına zayiatı bildiren dilekçeler yazardı. Bunlara doğru düzgün karşılık bile verilmezdi.
Her gece küllenen umutlarımla kapıyordum gözlerimi. Yeni bir kardeşim olacaktı. Onun hürriyetten mahrum Bursa’da doğacağını, ay ve yıldızı sadece gökyüzünde yan yana göreceğini düşündükçe kahroluyordum. Çiseleyen yağmurun tesellisiyle uyuya kaldığım geceden gök gürültüsü ile uyandım. Dışarıdan bağırışlar geliyordu. Art arda silahlar patlıyordu. Damların üstünden yer yer siyah dumanlar yükseliyordu. Heyecanla dışarı fırladım. Annem ardımdan:
“Osman şimdi çıkma!”dese de duramadım.
Yağan yağmur, başıma siper ettiğim ellerimden aşağı sızıyordu. İri taş döşeli sokakta koşuyordum. Evlerin perdeleri çekili, kapıları sıkıca kapalıydı. Köşedeki iki katlı sarı evi geçip yukarı çıktım. Dükkânların camları kırılmış, içlerindekiler sokağa saçılmıştı. Yakınlardan ağlama ve çığlık sesleri geliyordu. Çarşı içindeki is kokusu ve duman bütün Bursa’yı kaplamıştı. Nereye gittiğimi bilmiyordum. Sokakların boşluğu ve tek tük karşılaştığım kaçışan insanlar beni korkutsa da geri dönmedim. Çınarın yanına vardığımda yağmur dinmişti. Bağrışmalar ve ayak sesleri artınca caminin avlusuna girdim. Belediye binasında ay yıldızlı bayrak salınıyordu şimdi. Yağan yağmur, şehrin üzerindeki kara lekeyi silip götürmüştü. Huzur, yeniden vatanına dönmüştü. İçimi büyük bir sevinç kapladı. Temkinli ve koşar adımlarla yanmış sokaklardan geçerek eve gittim. Belediye binasında gördüğümü evdekilere söylemek için sabırsızlanıyordum. Kapıyı açan ablamdı. Yüzündeki gerginliğe rağmen gözlerinde ışıl ışıl bir bakış vardı. Tam olanları anlatacakken beni susturdu. Kat kat battaniyeler içerisinde huzurla uyuyan kardeşimi göstererek:
“Galip geldi Osman! Adı ile beraber geldi.” dedi.
(AYB Edebiyat Akademisi Hikâye Atölyesi 2019)
AYAK SESLERİ
Uzun demirlerle çevrilmiş bahçede banklara oturan öğrenciler sınıftaki komik