Kerem Gibi. AnarЧитать онлайн книгу.
derdi.
Nazım’ın en büyük hakikati onun sanatçılığıdır. Sanatçılığında da yanlış fikirler, yanılgılar, aldanışlar, bir zaman boşu boşuna inandığı dönemler olabilir. Elbette vardır. Ama yalan yoktur.
Nazım ile ilgili yukarıda adını andığım ve bilmediğim, okumadığım diğer kitapların da mutlaka önemli olduğunu belirterek şunu söylemeliyim ki, şairi anlamak, tanımak ve sevmek için esas kaynak, asıl memba hiç şüphesiz onun eserleri, öncelikle de şiirleridir. Hatta otobiyografik romanı bile değil, şiirleri… Çünkü romanda hadiseler anlatılır, şiirde ise hisler, duygular… Şiirlerinde zahiri hayatı değil, onun iç dünyası, gönül dünyası vardır.
O, “Otobiyografi” şiirinde ömrünün kısa şiirsel özetini vermesine rağmen, mahpus şiirlerinde, gurbette yazdığı hasret şiirlerinde, ölüm ve sonluluk duygusuyla derinleşen “Son Otobüs” şiirinde ve nihayet kendi defnini tasvir eden “Cenaze Merasimi” adlı şiirinde bütün hayatının ve ölümünün, hatta defnedilişinin resmini çizmiştir.
Nazım’ın gerçek hayat hikâyesi, hakiki “ömür yolu” onun davranışlarında, konuşmalarında, beyanatlarında, hatta nesirlerinde, dramlarında değil, siyasi tartışmalarında, gönül maceralarında da değil, ancak ve ancak şiirlerindedir. Bir de mektuplarında tabii… Çünkü o, mektuplarını da şiir gibi yazıyordu. Şiirlerinden bazıları da manzum mektuplardır. Hatta Nazım, eşleri Piraye ve Münevver’den gelen mektupları da şiirleştiriyordu. Piraye Hanım’a hapishaneden gönderdiği mektupların birinde şöyle yazar:
“Sen benim tanıdığım en büyük şairsin. Tut ki, kadınların gönlünü almayı iyi bilen Nazım, fazla mübalağa ediyor…”
Ama Kemal Tahir de Nazım’a yolladığı mektupların birinde, “İtiraf et ki, Piraye senden daha iyi şairdir,” der ve Nazım da bunu itiraf ederek, Piraye’ye, “Sen yalnız benden iyi değil dünyanın en iyi şairisin.” der.
Piraye’ye yazdığı başka bir mektubunda ise şöyle der:
“Tanıdığım bütün insanlar arasında ne senin kadar büyük bir şaire, ne şiiri senin kadar iyi anlayan birine rastladım. Sağ ol Piraye, sana layık olmaya çalışmak ömrümün en büyük işidir. Madem ki sen bu kadar iyi ve güzelsin, dünya ve insanlar da iyi ve güzel olacaklar.”
Nazım’ın şiirlerini onun hayatından tecrit etmek mümkün değildir. Nazım’dan sonraki ikinci nesil (Orhan Veli’den sonraki nesil) şairlerinden Cemal Süreya çok doğru söylüyor, diyor ki, “Nazım Hikmet şiirini hayatı ile tam doğrulamış bir şairdir.”
Acı da olsa itiraf etmeliyiz ki, Nazım Hikmet’in ağır mahpus yılları, sonraları gurbette çektiği hasret olmasaydı, poetikası bu kadar etkileyici, derin, çok renkli ve çok sesli olamazdı. Hapishanelerde, Türkiye’nin değişik bölgelerinden ve farklı zümrelerden çıkmış insanlarla tanıştı, o insanların kaderini, talihini izledi. Ve o insanlar ki, onun muhteşem “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinin kahramanları oldular. Hapishanede, temiz havanın, pırıl pırıl gökyüzünün, güneşin insan hayatında nasıl da büyük bir nimet olduğunu idrak etti:
“Bugün Pazar
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar
Ve ben ömrümde ilk defa gökyüzünün bu kadar benden uzak
Bu kadar mavi
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak
Kımıldamadan durdum.
Sonra saygıyla toprağa oturdum.
Dayadım sırtımı duvara…
Bu anda ne düşmek dalgalara
Bu anda ne kavga ne hürriyet ne karım.
Toprak, güneş ve ben bahtiyarım…”
Mahpuslarda ayrılıkların ve hasretlerin her çeşidini tattı. Nihayet telgraf ve telefonun icadından sonra mektupların devri kapandı ama belki de Nazım, XX. asrın en çok mektup yazan şairi oldu. Onun hapishanede yazıp yolladığı mektupların sayısı bine ulaşır.
Onun poetikasına, siyasi mücadelesinin ilham verdiğini de, âşıklığının ve aşk ıstıraplarının etkisini de inkâr etmek mümkün değil. Ama herhangi bir mücadeleci ve herhangi bir âşıktan onu ayıran, üstün ve farklı kılan yön, onun hayatı, duyguları, fikirleri ve davranışlarının bir sanat hadisesine, hem de ölümsüz, klasik bir sanat hadisesine dönüşmesidir.
Hatırlıyorum. Nazım poetika hakkında konuşurken şöyle diyordu: “Öyle şiirler var, o şiirleri binler, on binler için yazarsın. Öyle şiirler de var ki yalnız bir tek insan için…”
Nazım’ın bu fikrinin daha geniş bir yorumunu, onun bir makalesinde gördüm.
“Kafiyeli, vezinli şiir yazılmaz diyenler de; kafiyesiz, vezinsiz şiir yazılmaz diyenler de dar kafalıdırlar. Şiir öyle de yazılır, böyle de… Ben şimdi bütün şekillerden yararlanıyorum. Halk edebiyatı vezninde de yazıyorum, kafiyeli de yazıyorum. Tersini de yapıyorum. En sade konuşma diliyle kafiyesiz, vezinsiz şiir de yazıyorum. Sevdadan da, barıştan da, inkılâptan da, hayattan da, ölümden de, sevinçten de, kederden de, umuttan da, umutsuzluktan da söz ediyorum; insana has her şeyin şiirime de has olmasını istiyorum. İstiyorum ki okuyucum bende, bütün duygularının ifadesini bulabilsin. 1 Mayıs Bayramı’nda şiir okumak istediği zaman da bizi okusun, karşılıksız sevdasına dair şiir okumak istediği zaman da bizim kitaplarımızı arasın.”
Nazım bu amacına tam manasıyla ulaşmıştı. Şairin bu amacına ne derecede nail olduğunu ispatlamak için çok fazla örnek verilebilir ama ben tek örnek vereceğim.
Yeni nesil Türk yazarlarından Ayşe Kulin’in “İçimde Kızıl Bir Gül Gibi” adlı kitabı son zamanlarda çıktı. Nazım gibi o da gurbette, İngiltere’de yaşamış. Elbette onun yaşadığı gurbet hayatı, Nazım’ınkinden çok farklı. Ayşe Kulin, en azından istediği zaman Türkiye’ye dönebiliyor. Ama gurbette yaşadığı duyguların ve yalnız bu hasret duygularının değil, birçok başka duygularının da ifadesini Nazım’ın şiirlerinde buluyor.
Ayşe Kulin şöyle yazıyor:
“Gergin duygulara kapıldıkça, aşklara, umutsuzluklara ve gurbete düştüğümde hep Nazım’ın şiiri el uzattı bana. Onun şiirlerine tutundum, asıldım; yukarı çekti beni. Sevincimi, coşkumu, özlemlerimi de onun mısralarıyla paylaştım. Kızgınken Nazım’ı okudum, âşıkken Nazım’ı okudum, üzgünken Nazım’ı okudum. Kendimi tepeden tırnağa milli hislerle donanmış hissettiğim anlar, Kurtuluş Savaşı Destanı’nı okuduğum zamanlardı. Hümanist duyguların zirvesinde durduğum zaman da onun şiirleri vardı elimde. Anadolu insanıyla; Karadenizliyle, Rumeliliyle özdeşleştiğimde hep gözlerimde onun gözlükleri… İstanbul ile uyanmak istiyordum, İstanbul ile beraber uyanmak istiyordum ben de Nazım gibi. Üstelik Bakü’de değildim ki ellerimi uzatıp karşımda oturanın Türkçesiyle yurdumu kucaklayabileyim…
Geceleyin zifiri karanlıkta
Güneşli buğday tarlasıdır Bakü şehri
Tepedeyim
Avuç avuç çarpar yüzüme ışık taneleri
Havada rast peşrevi Boğaziçi suları gibi akar…
Benim bulunduğum şehirde tepe yoktu, mavi bir deniz yoktu. Rast peşrevi de yoktu havada, Boğaziçi suları gibi akan… Bana doğduğum şehri çağrıştıran hiçbir şey de yoktu Londra’da. Sadece Nazım’ın şiirleri vardı elimde, beni şehrime uçuran şiirler.”
Ayşe