. Читать онлайн книгу.
koşuyoruz. İstanbul Üniversitesinin Edebiyat Fakültesinde birkaç genciz. Dursun Yıldırım, Selçuk Uysal, Hilmi Satıcı, Ali Akbaş… Türkçüler Derneği’nin Üsküdar Ocağı’na gidiyor, Ötüken dergisi okuyor, Atsız’ın yazılarını iple çekiyoruz. Titizlikle biriktirdiğim Ötüken dergileri bir günde yok oluveriyor. Selçuk Uysal almış dergileri, Sosyoloji Bölümü öğrencilerine dağıtmış. Onları da bir dergiyle milliyetçi yapacağını düşünüyor. Öyle deli çağımız işte. Ama Ali şair. Öyle böyle değil, basbayağı şair. Maraş’ın Elbistan’ından gelmiş bu çocuk şiirleriyle bizi büyülüyor:
Büyük kafalı, büyük elli
Tanrı’nın gönderdiği belli
Irkımda kurtuluş sancısı var.
Destanlar çağında sözlü şiir devri yaşanır ya, sanki biz de sözlü şiir devrini yaşıyoruz. Şiir dilden dile dolaşıyor. Bugün bile bilmiyorum, bir yerde yayımlandı mı? Ezberimde kalan bu üç mısra. Belki de arkadaşlarımın hafızasında daha fazlası vardır.
O yıllarda dilimizde bir şiir daha dolanıyordu. Köyden gelmiş gibi, tarladan çıkmış gibi bir şiir. Bir küçük çobanın kaval sesi gibi:
Eşekte ayağı sallanıyordu
Bir türkü dilinde ballanıyordu
Ahmet Ede’nin
Bozkırda her yan yanıyordu
Eşekte ayağı sallanıyordu
Bir çocuk gölgesin kovalıyordu
Az kaldı yakalıyordu
Çocuk bu
Toprakta ayağı yanıyordu
Bir çocuk gölgesin kovalıyordu…
Red Kit çizgi film olmamıştı daha o yıllarda. Fakat Akbaş’ın köylü çocuğu gölgesini kovalıyordu. Kurşun atmıyordu gölgesine fakat az daha yakalıyordu. Köylümüzle, şehirlimizle biz Türkler idik ve Turan’ın da, köyümüzün de türküsünü söylemeliydik. O yıllarda Korkut Akbaş yapıyordu bu işi ve biz de destanlar çağını yaşıyormuş gibi onun mısralarını ezberliyorduk. Sonra kitapta gördüm bu şiiri ama o zaten benim sözlü repertuarımda vardı. Bir şiir daha vardı dillerimizde:
Harman oldum savur beni
Kirmene sar eğir beni
Yaktın ağır ağır beni
Alev alev çırayım oy!
İp bükenim kül dökenim
Bereketli tarlam benim
Kara kızım tunç bedenim
Saçındaki turayım oy!…
Bütün Şiirleri’nde tarih yok, şiirlerin yazılış, yayımlanış tarihi yok ama bu şiirin de destan çağımızdan kaldığını ben biliyorum.
Sonra düşündük, düşünüldü. Ali’nin şiiri sadece dillerde kalmamalı, yazıya da geçmeli. Sözlü kültürden yazılı kültüre geçmeliydik. Kim bilir kim vesile oldu? Ben mi, Aydil Erol mu? Bir gün “Yiğitleme” adlı bir şiir çıktı Ötüken’de. Nisan 1967’deki 40. sayıda. Bütün şiirlerinin toplandığı son kitapta bu şiir bulunmadığı için tamamını buraya almalıyım.
Atlar gelir toza toza
Bir yiğit bedel dokuza
Korkağın canı ucuza
Ölüm kalım sözü m’olur
Bin yıldır bir yay gerilir
Düşünülür ürperilir
Bakarsın emir verilir
Daha bundan tezi m’olur
Alıp atanın öcünü
Dindir bin yıllık acını
Unutma sakla hıncını
Bir gün gelir lâzım olur
Uca geldik yüze yüze
Bekle, geleceksin dize
Aman felek ettin bize
Böyle kara yazı m’olur
Hele de Korkutum hele
Bir gün fırsat geçer ele
Kürelenir gövde sele
Bire bozkurt kuzu m’olur.
Bir Şehriyar Vardı
Bir Köroğlu, bir Dadaloğlu edası. Kürelenir gövde sele / Bire bozkurt kuzu m’olur. Bunu yazan şairin adı Ali m’olur? Ali de Allah’ın aslanı ama şöyle ilk duyuşta bir yiğitlik, bir kahramanlık havası vermeli şairin adı. Kendi mi seçti, o yıllarda hep birlikte mi benimsedik bu adı, bilmiyorum. Ama şairin adı aramızda Korkut Akbaş’tı; şiir de bu tapşırmayla yazıldı, bu adla Ötüken’de yayımlandı. Ali’nin şiirinin temleri, konuları sonra çok çeşitlendi ama daha ilk şiirlerinde görülen bu ahenk hiç eksilmedi mısralarından, kıtalarından, bentlerinden. Hele şu cinâs-ı merfû: m’olur – lâzım olur. Bu sürprizli cinaslara onun şiirinde her zaman rastlamak mümkündür.
O yıllarda bir de Şehriyar rüzgârı esiyordu başlarımızın üstünde. Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü küçük bir kitap yayımlamıştı. El kadar bir kitapçık. Fakat bu el kadar kitapçığın içinde büyük bir yürek vardı. Büyük bir yürek mi hassas bir gönül mü desem… Ama yüzyıllardan süzülüp gelen Türk şiir ahenginin sesi vardı. Haydar Babaya Selâm adlı kitapçıkta sanki yaşayan bir şair değil de masallardan kopmuş efsanevi bir ozan konuşuyordu:
Heydar Baba, ildırımlar şahanda
Seller sular şakgıldayıp ahanda
Ağ bulutlar köyneklerin sıhanda
Menim de bir adım gelsin dilüze
Selâm olsun şevketüze elüze.
Şairin adı Şehriyar’dı. Üstelik de Tebrizliydi. Tebriz Turan’a açılan kapıydı. Aradığımızı bulmuştuk. Hem Turan’a açılıyorduk, hem de özlediğimiz bir sese. Sanki ozan efsanelerden çıkıp gelmişti de bize Türkçenin sesini yeniçağda böyle işleyeceksiniz diyordu. Üstelik bir de… Bir de bu şiir Türkoloji’nin büyük amfisinde Muharrem Ergin’in ağzından dökülüyordu. Şiir efsanelerden, Turan’ın kapısından gelmişti ve Türk dilinin en etkili büyücüsünün sesinden bize ulaşıyordu. Kaç defa, kaç defa dinledik Heyder Baba’yı. Kutsal bir metin gibi, ibadet eder gibi döne döne okuduk. Türkiye’den, Irak’tan, Kuzey Azerbaycan’dan şairlerimiz cevap verdiler Şehriyar’a. Şiirle sınırları aştılar. Türkiye’den ilk cevap da bizim şairimizden, gecemizle gündüzümüz ayrı gitmeyen Korkut Akbaş’tan geldi. Ötüken dergisinin 48. sayısında, Aralık 1967’de gün yüzü gören Şehriyar’a Selâm şiiri ilk dörtlükten sonra bir “özlem” yoğunlaşmasıyla devam ediyordu:
Türkî söyle Heyder Baba küsmesin,
Dost bağında hoyrat yeli esmesin,
İstanbul’dan duyuluyor gür sesin!
Söyle, söyle hey dilini sevdiğim,
Yerin, yurdun hey ilini sevdiğim.
Türk şiirinin sesini yakalamıştı Korkut Ak- baş. Zaten şairler yatağı Maraş’tan, Elbistan’dan geliyordu. Belki genetik kodlarında, belki de kültür kodlarında bu ses vardı. Ama 1963 yılından beri bu kodlar Türkoloji’nin geniş evreniyle çevreleniyordu. Ali Nihat Tarlan’dan divan şiirini, Mehmet Kaplan’dan yeni Türk şiirini öğreniyorduk.