İki Şehrin Hikâyesi. Чарльз ДиккенсЧитать онлайн книгу.
sevgili bayan! Cesaret! Bu bir iş! Bir dakika içinde en kötü kısmı tamamlanmış olacak. Şu kapıyı da geçtikten sonra en kötü kısmı bitecek.”
Yavaşça ve sakince yukarı çıktılar. Bu ikinci merdivenler kısaydı ve az zamanda basamakların sonuna ulaştılar. Köşeyi döner dönmez, eğilip kafalarını birbirine yaklaştırmış, kapının yanında duvardaki çatlak ve deliklerden kapının ait olduğu odaya bakan üç adamla karşı karşıya geldiler. Ayak seslerini duyan üç adam dönüp ayağa kalktı. Şarap dükkânında içmekte olan aynı isimdeki üç adamdı bunlar.
“Sürpriz ziyaretinizle onları unutmuşum.” diye açıkladı Mösyö Defarge. “Bizi yalnız bırakın çocuklar, burada bir işimiz var.”
Üçü odadan çıkıp yavaşça aşağı indi.
Adamlar gitmiş, üçü yalnız kalmıştı.
Bu katta başka kapı yoktu. Şarap dükkânının sahibi de zaten bu kapıya yönelmişti. Bay Lorry, biraz da öfkeyle, fısıldayarak adama sordu:
“Mösyö Manette’i mi gösteriyordunuz?
“Gördüğünüz gibi sadece seçilmiş birkaç kişiye gösteriyorum.”
“Bu yerinde bir davranış mı?”
“Ben öyle olduğunu düşünüyorum.”
“Kim bunlar? Neye göre seçiyorsunuz?”
“Erkek adam olmalılar, isimleri de benimle aynı olmalı. Bu arada adım Jacques. Görmelerinin iyi olacağını düşündüğüm kişileri seçiyorum. Yeter, siz bir İngilizsiniz, bu başka bir konu. Lütfedip beni bir dakika burada bekler misiniz?”
Geride kalmaları yönünde yaptığı uyarının ardından eğilip duvardaki çatlaktan baktı. Sonra hemen başını kaldırıp, sadece gürültü olsun diye iki üç kez kapıya vurdu. Aynı maksatla anahtarı kilide sokmak için üç dört başarısız hamle yaptıktan sonra kilidi olabildiğince yavaş bir hareketle açtı.
Kapı yavaşça içeriye doğru açıldı. Adam odaya bakıp bir şeyler söyledi. Cılız bir ses cevap verdi. İkisi de birkaç heceden başka laf etmemişti. Omzunun üzerinden arkasına baktı ve onlara girmelerini işaret etti. Bay Lorry kolunu kızın bileğine dolamış onu tutuyordu; zira kızın fenalaştığını hissetmişti.
“Bir, bir iş bu, iş!” diye ısrar etti; alnındaysa işle hiç alakası olmayan terler parlamaktaydı. “İçeri gel, içeri gel!”
“Ondan korkuyorum.” diye cevapladı kız zangır zangır titreyerek.
“Ondan mı? Neden?”
“Ondan bahsediyorum, babamdan.”
Kızın durumu ve yol göstericinin çağrısı arasında ne yapacağını şaşıran adam, genç kızın kolunu boynuna dolayıp biraz yerden kaldırarak aceleyle odaya soktu. Hemen kapının içerisinde tekrar yere indirdi; fakat bir yandan da, kendisine sıkı sıkı sarılmış olan kızı tutmaya devam etti.
Defarge anahtarı çıkartıp kapıyı kapattı; içeriden kilitleyip anahtarı yeniden avucuna aldı. Sistemli olarak yaptığı tüm bu hareketler olabildiğince kaba ve gürültülüydü. Nihayet, ölçülü adımlarla odanın içinde pencereye doğru yürüdü. Orada durup arkasını döndü.
Odun ve benzeri şeyleri depo etmek üzere inşa edilen bu tavan arası karanlık ve kasvetliydi. Zira pencere aslında çatıya açılan bir kapıydı ve sokaktan mal yüklemek için kullanılan bir makara düzeneği vardı. Tıpkı diğer Fransız yapımı kapılar gibi ortada kapanan iki kanattan oluşuyordu ve sırsızdı. Soğuğun girmesine engel olmak için bu kapaklardan biri sıkıca kapatılmıştı; diğeri ise çok az açıktı. Bu şekilde içeri çok az ışık sızdığı için odaya ilk girildiğinde bir şey görebilmek çok güçtü. Sadece böyle bir yerde çok uzun süre kalmış biri bu karanlıkta titizlik gerektiren bir iş yapabilirdi. Ama yine de böylesine ışık gerektiren bir iş o çatı katında yapılmaktaydı. Zira sırtı kapıya, yüzü ise karşısında durup ona bakan şarap dükkânı sahibinin yanında bulunduğu pencereye dönük, beyaz saçlı bir adam, alçak bir banka oturup, öne doğru eğilmiş, ayakkabı yapmakla meşguldü.
Ayakkabıcı
“İyi günler.” dedi Mösyö Defarge öne doğru eğilmiş ayakkabı yapan ak saçlı adama bakarak.
Adam bir an için kafasını kaldırıp alçak sesle, sanki çok uzaklardaymış gibi bu selama cevap verdi:
“İyi günler.”
“Gördüğüm kadarıyla hâlâ çalışıyorsunuz, öyle değil mi?”
Uzun bir sessizliğin ardından başını kaldırıp “Evet… Çalışıyorum.” diye cevapladı adam. Bu kez, başını tekrar aşağı eğmeden önce bezgin gözlerle soru sorana bakmıştı.
Adamın dikkat çekecek şekilde zayıf çıkan sesi acınacak bir hâldeydi ve tüyler ürpertiyordu. Hapsedilmek ve başından geçen zorluklar etkili olsa da sesinin bu derece zayıf olması fiziksel düşkünlükten kaynaklanmıyordu. Yalnızlıktan ve kullanılmamaktan dolayı bu derece içler acısı hâldeydi sesi. Çok, çok uzun süre önce çıkan bir sesin, son güçsüz yankısı gibiydi. İnsan sesinin sahip olduğu ahengi ve canlılığı öylesine yitirmişti ki; zamanla zavallı bir lekeye dönüşen güzel bir renge benziyordu. Öyle bastırılmıştı, öyle derindendi ki; yer altından gelen bir ses gibiydi. Umutsuzluğu ve kaybolmuşluğu öylesine iyi ifade ediyordu ki; bir sahrada yapayalnız dolaşmaktan usanmış, açlıktan ölmek üzere olan bir seyyah, kendini ölüme bırakmadan önce ancak böyle bir sesle evini ve ailesini hatırlayabilirdi.
Birkaç dakika sessizce çalışmayla geçti ve ardından bezgin gözler yeniden yukarıya doğru baktı. Bu bakışlarda merak veya ilgiden eser yoktu. Sadece ziyaretçisinin orada olup olmadığını kontrol etmek ister gibiydi.
Bakışlarını ayakkabı imalatçısından ayırmayan Defarge “Buraya biraz daha ışık girmesini istiyorum. Buna tahammül edebilir misiniz?”
Ayakkabıcı işini bırakıp boş gözlerle adamın bir sağına bir soluna ve sonra da adama baktı.
“Ne dediniz?”
“Biraz daha ışığa tahammül edebilir misiniz?”
“Eğer bunu yaparsanız, tahammül etmek zorunda kalırım.” dedi, mecburiyetini ifade eden kelimeyi biraz daha vurgulu söyleyerek.
Çatı kapağının aralık kanadı biraz daha açıldı ve bu konumda sabitlendi. Tavan arasından içeri giren büyük bir ışık kütlesi, kucağında tamamlanmamış bir ayakkabı bulunan, işine ara vermiş olan adamın daha net görülmesini sağladı. Dizinin ve oturduğu bankın üzerinde birkaç alet edevatla deri parçaları duruyordu. Düzensiz kesilmiş ancak pek de uzun olmayan beyaz bir sakalı, çökmüş bir yüzü ve son derece parlak gözleri vardı. Dağınık beyaz saçları ve hâlâ kopkoyu olan kaşlarının altındaki gözleri, yüzünün bu zayıf ve çökmüş hâli nedeniyle, olduğundan büyük görünüyordu. Aslında doğal olarak büyüktü; fakat bu tezat nedeniyle anormal duruyordu gözleri. Eski püskü sarı gömleğinin açık yakasından pörsümüş yaşlı vücudunun kirliliği fark ediliyordu. Çadır bezinden tulumu, bollaşmış çorapları, paçavraya dönmüş tüm o giysileriyle adam, doğrudan ışık ve hava almaktan mahrum kaldığı günlerinde solmuş; benzi, sarı parşömen kağıdı gibi tekdüze bir matlık almıştı. O kadar ki hangisi kâğıt, hangisi adamın cildi anlamak çok zordu.
Bir elini kaldırıp ışığın gözlerine gelmesini engellemeye çalıştı. Elindeki kemikler şeffaf gibi duruyor, işine ara vermiş adam sabit boş bir bakışla oturuyordu. Adam sağına ve soluna bakmadan doğrudan