Binbir Gece Masalları. Неизвестный авторЧитать онлайн книгу.
kapatıyor, havanın kararmasına sebep oluyordu. Yaklaşıp da yumurtasının kırık olduğunu görünce dehşet verici bir çığlık kopardı. Bunun üzerine bir tane daha Zümrüdüanka kuşu geldi ve ikisi birlikte geminin etrafında uçmaya başladı. Şimşekten bile daha şiddetli sesleriyle haykırıyor, hepimizi korkutuyorlardı. Ben derhâl reisi ve mürettebatı çağırıp şöyle dedim:
‘Herkes gemiye atlasın ve buradan derhâl uzaklaşalım, yoksa hepimiz mahvolacağız!’
Bütün tüccarlar ve mürettebat gemiye bindi ve hızla ilerleyerek adadan uzaklaşıp açık denizlere doğru yol aldık. Bunu gören Zümrüdüankalar ilk başta uzaklaşıp gitseler de kısa bir süre sonra yeniden görünüp etrafımızda uçmaya başladılar. Koca pençelerinde dağlardan getirdikleri iri kaya parçalarını tutuyorlardı. Birden kuşlardan biri pençesinde tuttuğu taşı bırakıverdi fakat kaptan, ani bir hareketle gemiyi döndürdü ve taş ıskalayarak denize düştü. Taşın düşmesiyle birlikte gemi şiddetle sarsıldı. Bunun üzerine diğer kuş da pençesindeki kayayı bıraktı ki bu kaya bir öncekinden bile daha iriydi. Talih bu ya bu seferki taş, geminin kıç tarafına isabet etmişti. Bunun üzerine gemi paramparça oldu ve içindeki her şeyle birlikte hızla denizin derinliklerine doğru batmaya başladı. Bana gelince, tatlı canım için mücadele ediyor, önümdeki tahta parçasına sıkıca tutunup hayatta kalmaya çalışıyordum.
Gemi, adanın yakınlarında bir yerde okyanusun dibini boylamıştı. Bense rüzgâr ve dalgaların yardımıyla ilerleyip duruyordum. Bu, bana Allah’ın bir lütfuydu…
Öyle bir an geldi ki açlıktan ve yorgunluktan tüm gücümü kaybetmek üzereydim. Ama tam da bu sırada adanın kıyısına ulaştım. Âdeta bir ölü gibiydim sahile vardığımda. Gücümü toplayıp kendime gelinceye dek bir süre kıpırdamadan durdum. Sonra ayağa kalktım ve adayı keşfe koyuldum. Bu ada güzelliğiyle âdeta bir cennet bahçesini andırıyordu. Her taraf, olgun meyveleri olan çeşit çeşit ağaçlarla kaplıydı. Adadaki dereler billur gibiydi ve tertemizdi. İnanılmaz güzellikteki rengârenk çiçekler etrafa müthiş kokular saçıyor, kuşlar cıvıl cıvıl öterek insanın ruhuna âdeta neşe dolduruyordu. Bütün bunlar, âlemlerin Rabb’i olan Allah’ın büyüklüğünün deliliydi… Oturup meyvelerden yemeye koyuldum ve susuzluğumu giderdim. Sonra da Yaradan’a şükürler edip gece oluncaya kadar bekledim. Her yer sessiz ve ıssızdı. Uzandım ve sabaha kadar deliksiz bir uyku çektim. Uyandığımda ağaçların altında bulunan kuyuya doğru yürüdüm. Kuyunun yanında görüntüsüyle insanda saygı uyandıran yaşlı bir adam vardı. Palmiye yapraklarının liflerinden yapılma bir kuşak giyiyordu. Kendi kendime, Umarım bu ihtiyar, gemi kazasından kurtulup buraya ulaşmayı başaranlardan biridir, dedim. Yanına yaklaştım ve ona selam verdim, o ise selamıma işaretlerle karşılık verdi ve konuşmadı.
‘Ah amcacığım! Burada oturmanın sebebi nedir?’ diye sordum.
O ise kafasını salladı ve inledi. İşaretlerle bana şunları söylüyor gibiydi: ‘Beni omzuna al ve nehrin öteki tarafına taşı.’
Bunun üzerine, Bu adama iyi davranayım ve dediğini yapayım ki Allah da beni cennetinde ödüllendirsin. Zavallı ihtiyar galiba sakat, diye düşündüm.
Böylece adamı sırtıma aldım ve onu, gösterdiği yere taşıdım.
‘Hadi in bakalım!’ dedim fakat o, sırtımdan inmedi ve bacaklarını boynuma doladı. Âdeta siyah bir boğanının bacaklarını andıran sert derisinin tenime değmesi beni müthiş korkutmuştu. Can havliyle onu sırtımdan atmaya çalıştım. Bunun üzerine o, boynumu daha fazla sıkmaya başladı. O kadar ki neredeyse boğulacaktım. Bir anda gözlerim kararmıştı ve âdeta ölü gibi yere düşüverdim. Ama o, yerinden kıpırdamadı ve ayaklarıyla sırtıma vurmaya başladı ki beni yerden kaldırabilsin. Sonra bana kendisini üzerinde meyve bulunan ağaçların arasında taşımamı işaret etti. Olur da dediğini yapmazsam, duraklarsam ya da azıcık da olsa dinlenmeye kalkarsam bana ayaklarıyla vururdu. O kadar ki kendimi kırbaçlanıyormuşum gibi hissederdim… Eğer canı bir yere gitmek isterse bunu bana işaretlerle bildirirdi. Ben de onu sanki kölesiymişim gibi istediği her yere taşırdım. Bu iyiliğime sırtıma pisleyerek karşılık vermeyi ihmal etmezdi tabii!.. Gece ya da gündüz kesinlikle sırtımdan inmezdi. Uyuyacağı zaman ayakları boynumda geriye yaslanır, birazcık uyur, kalkınca da beni döverdi. Ben de derhâl ayağa kalkardım çünkü çektirdiği acıdan dolayı ona karşı gelemezdim. Bu zamanlarda bol bol kendimi suçlar, ona iyilik yaptığım için pişmanlık duyardım. Bu durumda olmak beni öylesine yormuştu ki kelimelerle anlatmak imkânsız… Hatta kendi kendime şöyle demişliğim bile vardır: Ona bir iyilik ettim; fakat o buna kötülükle karşılık verdi. Allah’a yemin ederim ki yaşadığım müddetçe bir daha hiç kimseye iyilik yapmayacağım.
Tekrar tekrar Yaradan’a yalvarıyor, çektiğim ızdırap ve derdin bitmesi için beni öldürmesini istiyordum. Bir süre böyle devam etti; ta ki bir gün, kurumuş su kabaklarının olduğu bir yere gelinceye dek…
Büyükçe bir su kabağını elime aldım ve içini oyup iyice temizledim. Sonra da yakınlarda bir yerde bulunan asmalardan aldığım bir miktar üzümü sıkıp su kabağını ağzına kadar doldurdum ve güneş alan bir yere koydum. Birkaç gün sonra üzüm suyu, güçlü bir şaraba dönüşmüştü. Her gün şaraptan bir miktar içiyor ve birazcık olsun rahatlayıp üzerime binen inatçı şeytanın zulmüne katlanacak gücü bulabiliyordum. İçtiğim zamanlar, acılarımı unuttuğum ve huzur bulduğum yegâne zamanlardı. Bir gün beni içerken gördü ve işaretlerle sordu:
‘O içtiğin şey nedir?’
‘Şahane bir şey… İnsanı neşelendirir ve canlandırır.’
Sonra şarabın verdiği sarhoşlukla koşup ağaçların arasında dans etmeye başladım. Şarkılar söylüyor ve neşeleniyordum. Bunu görünce şarabı kendisine vermemi istedi. Korkumdan dediğini yapmak zorunda kalmıştım. Şarabı alır almaz sonuna kadar içip su kabağını yere bıraktı. İçki içmek keyfini yerine getirmişti. Ellerini çırpıyor, ileri geri hareket ediyordu. Tabii bu arada üstüme başıma işemeyi de ihmal etmedi! İyiden iyiye sarhoş olunca kasları gevşemiş olacak ki beni kavrayan bacakları eskisi kadar sıkı tutmamaya başladı. İleri geri sallanıyordu. Onun sarhoş olduğunu anlayınca fırsatı kaçırmadım ve boynumu kavrayan bacaklarını gevşetip yere eğildim. Sonra da onu tek hamlede fırlatıverdim.
Nihayet canavarı üzerimden atmayı başarmıştım; fakat buna inanmakta güçlük çekiyor ve sarhoşluğu geçer de bana yeniden zulmetmeye başlar diye korkuyordum. Derhâl ağaçların arasına gidip kocaman bir taş aldım ve yerde yatan bu canavara tüm gücümle vurup beynini dağıttım. Her taraf kan gölüne dönmüştü. İğrenç yaratık da hak ettiği yere, cehennemin dibine gitti. Allah ona merhamet etmesin!
Ondan kurtulunca huzur bulmuş bir şekilde eskiden kaldığım yere, deniz kıyısına gittim ve orada günlerce bekledim. Ağaçlardaki meyvelerden yiyip derelerdeki temiz sulardan içiyor, olur da bir gemi geçerse diye gözümü denizden ayırmıyordum. Bir gün başıma gelenleri düşünüp kendi kendime, Umarım Allah beni buradan kurtarıp aileme ve dostlarıma kavuşturur, dedim.
Bunları söyler söylemez de koca bir geminin dalgaların arasından adaya yaklaştığını gördüm. Gemi kıyıya demir attı ve yolcular inmeye başladı. Aceleyle onlara doğru koştum. Kendilerine doğru geldiğimi görünce yanıma yaklaşıp bana ne olduğunu, buralara nasıl geldiğimi sordular. Başıma gelen her şeyi onlara anlattım. Hikâyeme şaşırıp:
‘Sırtına binen adam, Şeyhül Bahr yani Deniz’in Yaşlı Adamı. Şimdiye kadar sırtına bindiği hiç kimse canlı çıkmadı. Ölünceye kadar insanların sırtına biner, sonra da onları yerdi ama Allah’a şükürler olsun ki sen kurtuldun!’ dediler.
Sonra