Beyaz Diş. Джек ЛондонЧитать онлайн книгу.
endişelendin?”
“Hayır.”
Bill’in yüzü öfkeyle kızardı.
“O zaman açıklama yapmanı bekliyorum heyecanla.”
“Kocabaş yok olmuş.” dedi Henry.
Acele etmeyen ve yenilgiyi kabullenmiş bir tavırla başını çeviren Bill köpekleri saydı.
“Nasıl oldu?” diye sordu soğukça.
Henry omuz silkti. “Bilmiyorum. Tabii eğer Tek Kulak kayışı çiğnemediyse. Tek başına bunu yapamayacağı kesin.”
“Lanet yaratık!” Bill ciddi bir şekilde yavaş yavaş konuşuyordu. Sesinde öfkeye işaret eden bir şey yoktu. “Kendi kayışını çiğneyemediği için Kocabaş’ınkini çiğnemiş.”
“Her neyse, Kocabaş’ın sıkıntıları sona erdi. Şu anda çoktan yirmi farklı kurdun midesine inmiştir.” En son kaybettikleri köpeğin ardından Henry’nin söylediği son sözler bunlardı. “Biraz kahve al Bill.”
Ama Bill kafasını salladı.
“Hadi ama!” diye rica etti Henry demliği kaldırarak.
Bill bardağını yanına itti. “Şimdi içersem ne olayım. Eğer bir köpek kaybolursa içmem demiştim. İçmeyeceğim.”
“Ama çok güzel olmuş kahve.” dedi Henry kışkırtmak istercesine.
Bill inatçıydı. Kuru kuruya kahvaltısını etti ve oynadığı oyun için Tek Kulak’a küfürler mırıldandı.
“Bu gece onları birbirlerine ulaşamayacakları şekilde bağlayacağım.” dedi Bill yola çıktıklarında.
Yüz metre kadar mesafe katettikten sonra önden yürüyen Bill, eğilerek ayakkabısına takılan şeyi aldı. Hava karanlık olduğundan bu cismin ne olduğunu anlayamasa da dokunması yeterli oldu. Tekrar attığı bu cisim kızağa çarptıktan sonra tekrar Bill’in ayağına geldi.
“Belki de buna ihtiyacın vardır.” dedi Henry.
Bill haykırdı. Kocabaş’tan geriye kalan tek şey buydu. Onu bağladıkları sırık…
“Onu yiyip saklandılar.” dedi Bill. “Sırık tertemiz. Sırığın uçlarına bağlı kayışları yemişler. Çok açlar Henry. Bu yolculuk sona erinceye kadar seni ve beni bile yiyebilirler.”
Henry meydan okurcasına kahkaha attı. “Daha önce kurtlar tarafından bu şekilde takip edilmemiştim hiç. Ancak çok daha kötülerini gördüğüm hâlde sağlam kaldım. Seni alt etmek için bir avuç belalı yaratıktan daha fazlası gerekir Bill.”
“Bilmiyorum, bilmiyorum…” diye uğursuzca söylendi Bill.
“McGurry’e vardığımızda bilirsin.”
“Çok da hevesli değilim.” diye ısrar etti Bill.
“Rengin solmuş, seni rahatsız eden bu.” dedi Henry. “Sana lazım olan şey kinin. McGurry’e varır varmaz sana bol miktarda kinin vereceğim.”
Bill bu teşhise katılmadığını belirtircesine homurdanıp sessizliğe gömüldü. Diğer günler gibi olan bir gündü. Gün ışığı saat dokuzda göründü. On iki olduğunda ufuk görmedikleri güneşle ısındı. Öğlene doğru soğuk bir griye büründü hava. Üç saat sonra da gece oldu.
Güneşin, ortaya çıkmak için harcadığı beyhude çaba henüz sona erdiğinde Bill, kızaktaki tüfeği çıkarıp şöyle dedi:
“Sen devam et Henry. Ben görülecek bir şey olup olmadığına bakacağım.”
“Kızağa yakın dursan iyi edersin.” diye itiraz etti arkadaşı. “Sadece üç kurşunun var. Ayrıca başımıza neler geleceğini bilemeyiz.”
“Şimdi kim mızmızlanıyor?” diye sordu Bill muzaffer bir edayla.
Henry cevap vermedi. Ağır ağır yürüdüğü sırada arada bir arkasına dönüp arkadaşının kaybolduğu gri ıssızlığa endişeli bakışlar attı. Bir saat sonra kızağın geçtiği yolları kestirmeden yürüyen Bill geri döndü.
“Etrafa yayılmışlar ve geniş bir alanda dolanıyorlar.” dedi. “Bir taraftan bizi takip edip diğer taraftan yeni avlar arıyorlar. Görüyorsun ki bizi elde ettiklerine eminler. Bizim için beklemeleri gerektiğini biliyorlar. Bu arada yollarına çıkan yenilebilir her şeyi yemeye istekliler.”
“Bizi elde ettiklerine emin olduklarını sanıyorlar demek istedin.” diyerek itirazını dile getirdi Henry.
Fakat Bill onu dikkate almadı. “İçlerinden bazılarını gördüm. Çok zayıflardı. Zannedersem haftalardır Şişko, Kurbağa ve Kocabaş dışında bir şey yememişler. Çoğu onları bile yiyememiştir. Pek zayıf düşmüşler. Gövdeleri tahta gibi düzdü. Mideleri de sırtlarına yapışmıştı. Çok çaresizler, bu kadarını söyleyebilirim. Hele bir çıldırsınlar da o zaman gör sen.”
Birkaç dakika sonra artık kızağın arkasından ilerleyen Henry, alçak sesli bir uyarı ıslığı çaldı. Bill arkasına dönerek sessizce durdurdu köpekleri. Arkalarında, henüz döndükleri dönemeçte netlikle görebildikleri tüylü bir silüet ilerliyordu. Burnu iz üzerindeydi. Tuhaf yürüyüşü kayar gibiydi ve çaba harcamıyordu sanki yürürken. Onlar durduğunda hayvan da durdu. Başını kaldırdı. Burun delikleri kokularını yakalamış ve üzerinde çalışıyormuş gibi açılıp kapanıyordu.
“Bu dişi kurt.” diye cevap verdi Bill.
Karın üzerinde yatan köpeklerin yanından geçerek kızağın yanındaki arkadaşına katıldı. Kendilerini günlerdir takip eden ve köpeklerinin yarısını telef etmiş tuhaf hayvanı izlemeye başladılar.
Bir müddet titizlikle inceledikten sonra hayvan öne doğru bir kaç adım attı. Bu şekilde devam etti. Ta ki doksan metre kadar yaklaşıncaya dek. Ladin ağaçlarının kümelendiği yerin yakınında durdu, kafasını kaldırdı ve kendisini izleyen adamların kıyafetlerinin kokusunu ve görüntüsünü hafızasına kaydetmeye çalıştı. Hayvan onlara istekle bakıyordu. Tıpkı bir köpek gibi. Ancak bu istekli bakışlarda bir köpeğin sevgisi yoktu. Bu istekli bakışların kaynağı açlıktı. Dişleri kadar acımasız, soğuk kadar zalim bir isteklilik…
İri bir kurttu bu. Zayıf yapısına rağmen kendi türünün en irilerinden olduğu belliydi.
“Omuz yüksekliği yetmiş beş santim kadar.” dedi Henry. “Boyunun bir buçuk metre kadar olduğuna bahse girerim.”
“Bir kurt için tuhaf bir rengi var.” dedi Bill. “Daha önce hiç kızıl kurt görmemiştim. Neredeyse tarçın rengi gibi.”
Hayvan kesinlikle tarçın rengi değildi. Kürkü hakiki kurt kürküydü. Asıl rengi griydi ve yer yer soluk bir kızıllık vardı. Şaşırtıcı bu ton zaman zaman görünüp kayboluyordu. Âdeta bir göz yanılsaması gibiydi. O an için belirgin bir gri renge sahip olsa da zaman zaman tuhaf bir kızıl parıltı saçıyordu sanki. Bu rengi sıradan tecrübelerle tanımlamak mümkün değildi.
“Sanki kızak çeken Sibirya kurdu.” dedi Bill. “Kuyruğunu sallamaya başlarsa şaşırmam.”
“Hey köpek!” diye bağırdı. “Buraya gel adın her neyse.”
“Senden azıcık bile korkmuyor.” diye güldü Henry.
Bill tehditkâr bir tavırla elini sallayıp bağırsa da hayvan korkmadı. Gözlemleyebildikleri tek değişim hayvanın daha fazla tetikte olduğuydu. Onlara hâlâ açlığın acımasız hevesiyle bakıyordu. Adamlar etti, hayvan ise aç. Cesaret edebilse yanlarına gidip onları yerdi.
“Buraya bak Henry.” dedi Bill. Farkında olmayarak sesini