1984. Джордж ОруэллЧитать онлайн книгу.
casususun. Seni buharlaştıracağım, tuz madenlerine yollayacağım!”
Aniden Winston’ın etrafında koşuşturmaya başladılar. “Hain!” ve “Düşünce suçlusu!” diye bağırıyorlardı. Küçük kız, ağabeyinin her hareketini taklit ediyordu. Bu durumda, hafif bir ürkütücülük vardı. Büyüdüğünde insan yiyici olacak yavru kaplanların, oyun oynamasına benziyordu. Oğlan çocuğunun gözlerinde hesaplı bir gaddarlık vardı. Winston’a vurma isteğini açık seçik belli ediyordu ve bu isteğini hayata geçirebilecek büyüklüğe yakın olduğunun farkındaydı. Winston, çocuğun elinde gerçek bir tabanca olmamasının şans olduğunu düşündü.
Bayan Parsons’ın gözleri Winston’dan hızlıca çocuklara kaydı. Sonra bir kez daha Winston’a baktı. Oturma odasının aydınlığında fark ettiği üzere Bayan Parsons’ın yüzündeki kırışıklıklarda toz vardı.
“Çok gürültücü oluyorlar bazen.” dedi Bayan Parsons. “İdamı göremedikleri için üzüldüler. Ben onları götüremeyecek kadar meşgulüm. Tom da vakitlice dönemeyecek işten.”
“Neden idamı görmeye gidemiyoruz ki?” diye kükredi erkek çocuğu.
“İdamı görmek istiyorum! İdamı görmek istiyorum!” diye tutturdu küçük kız çocuğu atlayıp zıplarken.
Bazı Avrasyalı savaş suçlularının o akşam Park’ta asılacaklarını hatırladı Winston. Ayda bir gerçekleştirilen idamlar, popüler gösterilerdendi. Çocuklar, idamı görmeye götürülmek için yaygara koparırlardı hep. Bayan Parsons’tan müsaade isteyip kapıya yöneldi. Koridorda altı adım anca atmıştı ki ensesine aldığı darbenin müthiş acısını hissetti. Sanki kızgın bir tel saplanıyordu içine. Tam arkasını dönmüştü ki Bayan Parsons’ın oğlunu sürükleyerek evin içine sokmaya çalıştığını gördü. Bu arada çocuk sapanını cebine sokuyordu.
“Goldstein!” diye böğürdü çocuk kapı kapanırken. Ancak Winston’ı asıl korkutan, kadının gri yüzündeki çaresiz dehşet ifadesiydi.
Kendi dairesine döner dönmez, aceleyle tele-ekranın yanından geçip masaya oturdu. Hâlâ ensesini ovuyordu. Tele-ekrandan gelen müzik durmuştu. Kesik kesik konuşan askerî bir ses, İzlanda ve Faroe Adaları arasına demir atmış yüzen kalenin silah donanımını gaddarca bir zevk alırcasına okuyordu.
Zavallı kadıncağızın, o çocuklar yüzünden dehşet dolu bir hayat sürdüğünü düşündü. Belki bir belki iki yıl sonra herhangi bir sıra dışılık belirtisini tespit etmek üzere kadını gece gündüz izlemeye başlayacaklardı büyük ihtimalle. O günlerde, neredeyse tüm çocuklar korkunçtu. En kötüsü de Casuslar gibi topluluklar aracılığıyla çocukları, başa çıkılamaz minik canavarlara dönüştürüyor olmalarıydı. Yine de bu sistematik çaba, çocukların Parti disiplinine karşı herhangi bir itaatsizlik yapma eğiliminde bulunmalarına sebep olmuyordu. Tam tersine Parti’ye ve Parti’yle alakalı her şeye âdeta tapıyorlardı. Şarkılar, yürüyüş alayları, bayraklar, doğa yürüyüşleri, oyuncak silahlarla yapılan atış talimleri, sloganlar ve Büyük Birader’e tapınma, onlar için müthiş bir oyundu. Tüm vahşetlerini devlet düşmanlarına, yabancılara, hainlere, sabotajcılara ve düşünce suçlularına yöneltmişlerdi. Yaşı otuzu geçen herkesin, kendi çocuklarından korkmaları olağan bir şeydi. Times gazetesinde ufak bir ispiyoncunun, genelde “çocuk kahraman” tabiri kullanılırdı. Kulak misafiri oldukları uygunsuz durumları yetkililere ihbar ettiği bir yazıya, hemen hemen her hafta rastlanıyor olması da bu korkularını haklı çıkaran şeylerden biriydi.
Sapan mermisinin acısı geçmişti. Kalemi gönülsüzce eline aldı. Günlüğe yazabileceği başka bir şeyi olup olmadığını merak ediyordu. Bir kez daha O’Brien’ı düşünmeye başladı.
Yıllar önce… Ne kadar önceydi acaba? Muhtemelen yedi yıl olmalıydı, rüyasında zifirî karanlık bir odaya girdiğini görmüştü. Odadan geçerken yan tarafında oturan biri ona, “Karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti sessizce, üstelik de rahatça. Bu cümle bir emir değildi. Sadece bir durum bildirimiydi. Durmadan yürümeye devam etti. Tuhaf olan şey ise rüya gördüğü sırada bu sözlerin, kendisini çok da etkilememiş olmasıydı. Bu ifadenin önemini, zaman geçtikçe yavaş yavaş anlamaya başlamıştı. O’Brien’ı ilk görüşünün bu rüyadan önce mi sonra mı olduğunu hatırlayamıyordu. Bu sesin O’Brien’a ait olduğunu, ilk ne zaman fark ettiğini de bilmiyordu. Ancak önünde sonunda, sesin kime ait olduğunu çözmüştü. Rüyasındaki karanlıkta kendisiyle konuşan kişi, O’Brien’dı.
Winston, o sabahki anlık bakışmalarından sonra bile O’Brien’ın dost mu düşman mı olduğundan bir türlü emin olamamıştı. Dahası bu durum çok da önem arz etmiyor gibiydi. Aralarında bir anlaşma bağı vardı ve bu sevgiden ya da partizanlıktan daha önemliydi. “Karanlığın olmadığı yerde buluşacağız.” demişti. Winston, bunun ne anlama geldiğini bilemiyordu. Tek bildiği, öyle ya da böyle bunun gerçekleşecek olmasıydı.
Tele-ekrandan gelen ses durdu. Ruhsuz havada berrak ve güzel bir boru sesi süzülmeye başladı. Askerî ses gıcırdayarak devam etti:
“Dikkat! Dikkat! Malabar cephesinden yeni bir haber var. Güney Hindistan’daki kuvvetlerimiz görkemli bir zafer kazandı. Bu durumun savaşı bitirmede, önemli bir mesafe katedeceği söylenebilir. Bu habere göre…”
Kötü haberler geliyor, diye düşündü Winston. Avrasya ordusunun kanlı bir şekilde yok edilmesi tasviri ile birlikte açıklanan ölü ve esir sayısı sonrasında, kişi başına düşen çikolata payının otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği ilan edildi.
Winston bir kez daha geğirdi. Cin, etkisini kaybetmeye başlamıştı, arkasından da bomboş bir his bırakmıştı. Tele-ekranda, “Yaşa sen Okyanusya” çalmaya başlaması, belki zaferi kutlamak belki de kaybedilen çikolata miktarını hafızalardan silmek içindi. Ancak sebebi her ne olursa olsun, ayağa kalkmak gerekiyordu. Ancak bulunduğu konumda görünmezdi.
“Yaşa sen Okyanusya” yerini daha hafif bir müziğe bıraktı. Winston pencereye doğru yürüdü ve tele-ekrana arkasını döndü. Gün, hâlâ soğuk ve berraktı. Uzaklarda bir yerlerde patlayan roket bombasının çıkardığı boğuk kükreme sesi yankılanmaya başladı. O sıralarda haftada yirmi otuz roket düşüyordu Londra’ya.
Caddedeki poster, rüzgârın etkisiyle açılıp kapandığında İNGSOS kelimesi bir görünüp bir kayboluyordu. İngsos. İngsos’un kutsal ilkeleri şu şekildeydi: Yenikonuş, çiftdüşün, geçmişin susturulabilirliği… Denizin dibindeki ormanlarda başıboş gezinir gibiydi. Kendisinin canavarın ta kendisi olduğu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi. Yapayalnızdı. Geçmiş ölüydü ve gelecek hayal edilemezdi. Şu anda hayatta olan ve kendisiyle aynı fikirleri taşıyan bir tane bile insan olduğundan emin değildi. Parti’nin tahakkümünün SONSUZA kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi? Gerçek Bakanlığı’nın binasının beyaz yüzeyinde yazan üç slogan, bu sorusuna cevap verir gibiydi.
Cebinden yirmi beş sent çıkardı. Aynı sloganlar, küçük ve net harflerle madenî paranın üzerine de işlenmişti. Paranın diğer yüzünde ise Büyük Birader’in başı vardı. Paranın üzerindeki gözler dahi bakan kişiyi takip eder gibiydi. Bu gözler bozuk paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üzerindeydi. Kısacası her yerdeydi. Gözler, her zaman takipteydi. Ses de insanın etrafını sarıyordu. Uyurken, uyanıkken, çalışırken, yemek yerken, içeride, dışarıda, banyoda, yatakta her yerdeydi. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküplük küçücük bir alan dışında, size ait olan hiçbir şey yoktu.
Güneş