Sultanlığın Sonu. Омер СейфеддинЧитать онлайн книгу.
bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.
“Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları…”
Müsyü lö Prens zenapları derhâl yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiçbir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtaf’ın aşkıyla, ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina’nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.
“Ah prenses, prenses…”
“Vire duyazaklar simdi… Olazağız rezil!..”
…
…
…
Bu esnada sofadan geçen hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. “Ne oluyor?” diye, vurmadan, habersizce kapıyı itince, öyle müthiş bir çığlık kopardı ki herkes yukarı koşuştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kızoğlankız gibi, hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren prens:
“İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu.
Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:
“Dışarıda ne halt yersen ye… Burası bildiğin yer değil… Benim boynuzlarımı takmaya vaktim yok…”
Despina’yı hemen kovdu.
Ana oğul işi azıttılar. Kavga az kalsın dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakitki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye’nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas’ın önünde indi. Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki, Marki Nermin, otel kapısının karşısında, yaya kaldırımında ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:
“İşte Efruz Bey!” diye döndüler. Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:
“Asaletmeaplar beni tanımıyorlar…” dedi.
Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens Zırtaf hemen intikal etti:
“Prens Hazretleri, dün bize ailelerinin ismini söylemedi.”
“Hakkınız var. Unuttum.”
“O hâlde şimdi lütfediniz.”
“Prens Efruz dö Kızıl…”
Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar.
“Beni mi bekliyordunuz?”
“Evet, evet…”
“O hâlde niçin girmiyoruz?”
“Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü, Perapalas’ta içtimamız münasip değil.”
“Niçin?”
Marki cevap verdi:
“Çünkü bu otele adi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilahare tanıyacak olan asiller ilk içtimamızı burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.”
Prens dö Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.
“İyi? Fakat nerede toplanacağız?” dedi.
Prens Eternel:
“Nerede olursa olsun, hususi bir yerde…” dedi.
Kendi evi pek uzakta, Fatih’te olduğu için dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimi, hakiki teessüfler izhar etti.
Prens Zırtaf:
“Benim apartmana buyurun!” dedi.
Kabul ettiler. Yavaş yavaş Cadde-i Kebir’e doğru yürümeye başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul’da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeye yüz tutmuş bir Rum’un geçen sene yaptırdığı büyük “Megalo İdea” apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayını bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz dö Kızıl, asil kalbinin gururla titrediğini duydu. İşte arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına layık bir ikametgâhta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda, kesik kır bıyıklı ihtiyar bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:
“Oriste!” dedi.
Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyaların zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli, açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır neftî çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.
Prens Zırtaf:
“Evimde ulvi bir vesile için toplandığımıza çok memnunum.” dedi, “Tüm içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım, kendim emrinize tabiyim.”
“Teşekkür ederiz.”
“Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimayı benim evimde yapma şerefini… Bana… Müşerref olmak… Çünkü…”
“Teşekkür ederiz.”
“Bin teşekkür…”
“Mersi.”
“Asaletiniz....”
Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi.
Prens Eternel: “Vakit nakittir.” diye söze başladı, “Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız, pek alidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvela unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramaya, bulmaya çalışacağız.”
“Haydi çalışmaya başlayalım.”
“Evet.”
“Haydi.”
“Hemen…”
Prens Eternel:
“Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvela bir reis intihap etmeliyiz ki müzakerelerimiz muntazam olsun.” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
“Rey-i hafi ile mi?”
Marki Nermin:
“En iyisi kura ile.” dedi. “Vakıa içimizde en asil, en eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu teklifimi kabul buyurursanız, asaletinizden daha büyük bir tevazu fazileti göstermiş olacaksınız.”
“Hayhay… Kabul ederim.”
Teşekkürler, takdirler, hayretlerden sonra, Prens Zırtaf kâğıt kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elektrik düğmesine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki alkolik ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç deste açılmamış oyun kâğıdıyla büyük fış kutusunu, abanozdan bir para küreğini masanın üzerine