Jo'nun Oğulları. Луиза Мэй ОлкоттЧитать онлайн книгу.
annesiyle fazlasıyla vakit geçirmez, babası da bu durumda kıskançlık yapmaz.”
“Duyun, duyun! Bir Daniel konuşuyor. Tam anlamıyla bir Daniel!” diye bağırdı Laurie, memnuniyetini gizleyemeyerek. “Bana yardım elini uzatacağını ve bir şeyler söyleyeceğini biliyordum. Gerçekten Amy’yi biraz kıskanıyorum ve kızımla daha çok zaman geçirmek istiyorum. Haydi kadınım, seninle bir anlaşma yapalım. Bu yazı benimle geçirirsin ve gelecek yıl Roma’ya gittiğimizde onu sana ve o çok değerli sanatınıza teslim ederim. Bu adil bir anlaşma değil de nedir?”
“Sana hak veriyorum ama hobilerini, kendinizi doğaya vermenizi, bir de araya müzik eğitimi sıkıştırmanızı düşününce bizim kızımızın sadece on beş yaşında olduğunu unutmamalısın. Tabii bizim Bess yaşıtlarına göre çok daha olgun bir genç kız ve ona asla çocukmuş gibi davranmamalısın. O benim için o kadar değerli ki… Onun o çok sevdiği mermerler kadar saf ve güzel olarak kalmasını istediğimi düşünüyorum.” dedi.
Amy üzüntüyle konuşmuştu. Sahip olduğu bu değerli çocuğuyla birlikte geçirdiği onca mutluluk verici zamanı düşünerek odanın sağına soluna bakmakla yetindi.
“Eskiden Ellen adını taktığımız ağaca çıkmak istediğimizde ya da o rustik botları giymek istediğimizde ‘Hep bana hep bana Rabbena olmaz.’ derdik.” dedi Jo hararetli bir şekilde. “Bu nedenle kızınızı paylaşmayı öğrenmelisiniz ve hanginizin onun hayatına daha çok şey katacağını görmelisiniz.”
“Öyle yaparız.” dedi kızlarına düşkün ebeveynleri gülerek. Jo’nun söylediği deyim onlara birçok anı hatırlatmıştı.
“O eski elma ağacının ana dalında zıplamayı ne çok severdim! Bindiğim hiçbir at orada aldığım hazzın ya da eğitimin yarısını bile vermemiştir.” dedi Amy yüksek pencereden dışarı bakarak âdeta o eski, sevimli meyve bahçesini ve orada oynayan küçük kızları tekrar görür gibiydi.
“O bizim için kutsal sayılan botlarla ne çok eğlenirdim!” dedi Jo gülerek. “O yadigârlar hâlâ duruyor ama oğlanlar onları paçavraya çevirdiler. Yine de onları çok seviyorum, şu an mümkün olsa onlarla tekrar haşmetli bir şekilde yürümekten büyük keyif alırdım herhâlde.”
“Benim en sevdiğim anılarım o çok ısınan tavayla, sosisle ilgili olanıdır. Ne çok muziplik yapardık! Bütün bunlar çok gerilerde kalmış gibi geliyor!” dedi Laurie, önünde duran iki kadına gözlerini dikip bakarken onların bir zamanlar küçük Amy ile isyankâr Jo’nun olabilecekleri inanılması güçmüş misali bir tavır takınmış gibiydi.
“Sakın yaşlanıyor olduğumuzu ima etmeyesin, Lord’um! Biz daha yeni yeni çiçek açıyoruz ve etrafa saçılmış tomurcuklarımızla çok güzel bir demet çiçeği andırıyoruz.” diye cevap verdi Bayan Amy, bir kıza yeni bir elbise alındığında gösterdiği titizlik ve aynı zamanda memnunluk edasıyla gül rengi önlüğündeki katlanma yerlerini silkeledi.
“Dikenlerimiz ve ölü yapraklarımızdan söz etmiyorum bile.” dedi Jo iç geçirerek. Hayat onun için hiç de kolay geçmemişti ve şimdi bile hem evin içinde hem de evin dışında bazı sorunlarla yüzleşmek zorundaydı.
“Gel gidip bir bardak çay içelim, tatlım ve gençlerin neyin peşinde olduklarına bir bakalım. Gidip yanımıza bir demlik dolusu çay ile biraz elma alıp rahatımıza bakalım.” dedi Laurie, sonra da her iki kardeşe kollarını uzatarak Parnas’ta asla eksik olmayan öğleden sonrası çayı için yolu gösterdi.
Yazlarını geçirdikleri oturma odasında buldular Meg’i, havadar ve zevkli döşenmiş bir odaydı bu. Öğleden sonrası bol bol güneş ışığı ile ağaçlardan gelen hışırdamalarla doluydu burası, ne de olsa bahçeye açılan üç tane boydan boya pencere vardı. O devasa müzik odası evin bir ucundaydı ve diğer ucundaysa mor renkte perdelerin asıldığı derin bir cumba bulunuyordu, ailenin toplanabileceği ufak bir mekândı burası. Orada üç tane portre asılıydı, köşelerde ise iki tane mermerden yapılmış büst duruyordu, ayrıca bir divan, oval bir masa, üzerinde çiçeklerle dolu ayaklı vazo, bu kuytu yerde görebileceğiniz yegâne eşyalardı. John Brook ve Beth’in büstleri vardı. Her ikisi de Amy’nin çalışmasıydı. Gerçekteki karakterleriyle büyük bir benzerlik vardı ve her ikisi de durağan bir güzelliğe sahipti. Âdeta şu sözleri hatırlatıyordu: “Çömlekçi çamuru hayatı, alçı ölümü ve mermer de ölümsüzlüğü temsil etmektedir.” Sağ tarafta evin kurucusu olan Bay Laurence’ın portresi asılıydı. Gururlu ama aynı zamanda hayırsever bir yüz ifadesinin karışımını görebilirdiniz. Canlı ve yakışıklı duruyordu. Bir zamanlar o kızın, yani Jo’nun, o portresine beğeniyle baktığını yakalamıştı. Karşı duvarda March teyze vardı. Mirasını Amy’ye bırakmıştı. Etkileyici bir türbanı, kıyafetinin de abartılı kolları vardı ve mor renkli saten elbisesinin önünde uzun eldivenli ellerini çaprazlama tutmuştu. Görünüşündeki sertliği zaman yumuşatmıştı. Karşı tarafın duvarında asılı duran yakışıklı ve yaşlı beyefendinin yüzünde sabitlenmiş saygınlık ifadesi, yıllardır tek bir kötü söz söylemeyen o dudaklarında sıcakkanlı sırıtmanın nedenini açıklıyor gibiydi.
Oranın onur konuğuna gelince, üzerine güneşin sıcaklığı vuruyor, etrafını yeşil bir çelenk çevreliyordu. Bu Marmee’nin sevgi dolu yüzünden başkası değildi, fakir ve tanınmadığı zamanlarda arkadaşlık ettiği bu muhteşem ressam, müthiş bir beceriyle bu tabloyu boyamıştı. Öylesine hoş şekilde capcanlı duruyordu ki âdeta kızlarına doğru yüzünü çevirip gülümsüyor, neşeyle “Mutlu olun. Hâlâ aranızdayım.” diyor gibiydi.
Üç kız kardeş bir süreliğine o değerli tabloya bakakaldılar. Hürmet dolu bakışlarla ve asla azalmayan bir özlemle duygulu anlar yaşadılar, bu asil annenin varlığı o kadar önemliydi ki onlar için, bir daha onun yerini hiç kimse dolduramayacaktı. Onu kaybetmelerinin üzerinden iki yıl geçmiş, farklı bir yerde yeniden yaşamayı ve yeniden sevgiyi tatmak için yanlarından ayrılmıştı. Arkasında öylesine tatlı anılar bırakmıştı ki ev ahalisine, hem ilham kaynağı hem de avutucu olmuştu. Böyle duygu dolu hisler içindeyken kardeşler birbirlerine biraz daha yaklaştılar. O sırada Laurie tüm ciddiyetiyle duygularını kelimelere döktü.
“Kızımızın annemiz gibi bir kadına benzemesinden daha iyi bir şey isteyemem. Lütfen Tanrı’m, onun gibi olsun, bunun için çok uğraşacağım çünkü bu melek gibi kadına bunu borçluymuşum gibi hissediyorum.”
O sırada müzik odasından duru bir sesin “Ave Maria”4 şarkısını söylemeye başladığı duyuldu ve Bess bilinçsizce babasının duasını tekrarlamaya başladı çünkü babasının isteklerine, görev duygusuyla itaat ederdi. Eskiden Marmee’nin söylediği o yumuşak ses tonuyla söylenen şarkı, orada bulunan dinleyicileri tekrar günümüze geri getirdi. Çok sevdikleriyle ve kaybettikleriyle yaşadıkları o duygusal anları geride bırakarak hep birlikte açık pencerenin yanına oturup müziğin keyfini çıkardılar. O sırada mümkün olduğunca, hassas anı bozmamaya çalışarak Laurie sessiz sedasız çayları getirip servisini yaptı.
Nat bir süre sonra Demi ile içeri girdi. Arkalarında Ted, Josie, sonra da Profesör ve ona çok sadık olan Rob içeri girdi, hepsi “oğlanlar” hakkında haberleri almak için çok hevesliydiler. Çay fincanlarının çıkardığı takırtılar arasında orada bulunanların sohbetleri ortamı canlandırmıştı. Güneşin batmak üzere olmasına ve hepsi gün içerisinde yaptıkları yorucu işlere rağmen, bu neşeli topluluk dinlenmek için o aydınlık odaya âdeta demirlenmişti.
Profesör Bhaer’in saçları kırlaşmıştı belki ama her zamanki gibi dinç ve güler yüzlüydü, ne de olsa çok sevdiği bir işi yapıyordu ve o kadar içtenlikle işini yapıyordu
4
Ave Maria, “Selam ey Meryem.” (Katolik kilisesinde okunan bir duanın ilk iki kelimesi.) (ç.n.)