İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar. Стефан ЦвейгЧитать онлайн книгу.
çiftçiler hayretler içinde bir savaş tanrısı gibi uşak ve rahipleri tarafından bir ülkeden diğerine taşınan bu madenî canavara bakıp haç çıkartıyorlardı ancak hemen sonra onu, aynı kilden yapılmış ana rahminden çıkmış gibi, aynı biçimdeki madenî kardeşleri izledi. Yine insani bir irade, mümkün olmayan bir şeyi mümkün kılmıştı. Şimdiden bu korkunç canavarlardan yirmi veya otuz kadarı siyah yuvarlak ağızlarını Bizans’a çevirmiş, diş gösteriyorlardı; ağır topçu birliği savaş tarihindeki yerini almıştı ve Doğu Roma İmparatorluğu’nun binlerce yıllık surları ile yeni Sultan’ın yeni topları arasındaki ikili savaş başlamıştı.
Bir Kere Daha Umut
Bu dev toplar yavaş yavaş fakat karşı konulmaz bir biçimde, Bizans’ın surlarını şimşek gibi çakan atışlarla parçalıyor, un ufak ediyordu. Önceleri toplardan her biri günde sadece altı veya yedi atış yapabiliyordu ancak Sultan her gün yenilerini getirtiyor ve her vuruşta yerden yükselen toz toprak bulutlarıyla birlikte yerlere dökülen taşlar surlarda yeni gedikler açıyordu. Kuşatma altındakiler her ne kadar açılan bu delikleri geceleri ellerinde gittikçe azalan tahta kazıklarla destekliyor ve kumaş parçaları ile yamıyorlarsa da yine de bu arkasında çarpıştıkları duvarlar eskiden olduğu gibi yıkılamayan ve geçilemeyen hâllerinde değildi ve duvarların arkasındaki sekiz bin kişi korkuyla, yüz elli bin Mehmet’in şimdiden her yeri delinmiş bu surlara karşı başlatacağı o büyük saldırının saatini beklemekteydi.
Avrupa’nın ve Hristiyan dünyasının, verdiği sözü hatırlamasının zamanı çoktan gelmişti. Çok sayıda kadın, çocukları ile birlikte bütün gün kiliselerdeki kutsal emanetlerin önünde diz çöküyor; askerler, gece gündüz bütün gözetleme kulelerinden, acaba Papa’nın ve Venedik’in göndermesini bekledikleri askerî birlikler nihayet Türk gemilerinin devamlı dolaştığı Marmara Denizi’nde görünecek mi diye etrafı gözetliyorlardı.
Nihayet, 20 Nisan sabahı saat üçte, bir sinyal parladı. Uzaklarda yelkenliler fark edilmişti. Bu hayal edilen görkemli Hristiyan donanması değildi ama hiç olmazsa yavaş yavaş rüzgârın sürüklediği üç büyük Ceneviz gemisi yaklaşıyordu ve ayrıca üç geminin korumak için aralarına aldıkları küçük bir Bizans hububat gemisi vardı. Hemen bütün Bizans halkı yardıma gelenleri selamlamak için deniz kenarındaki surlarda toplandı. Ancak aynı anda Mehmet de atına atlar ve dörtnala mor renkli çadırından Türk donanmasının demir attığı limana gider ve neye mal olursa olsun düşman gemilerinin Bizans Limanı’na, Haliç’e girmelerine engel olmalarını emreder.
Türk donanması, yüz elli tane küçük gemiden oluşmaktadır ve hemen binlerce kürekçi denize koşar; bu yüz elli gemi kancalarla, ateş fırlatıcılarla, sapanlarla dört kalyona yaklaşır ancak kuvvetli rüzgârın etkisiyle hızlı yol alabilen bu dört gemi, silah sesleriyle ve bağrışarak hücum eden Türk kayıklarını geride bırakır ve bazılarını ezer. Görkemli, şişkin, yuvarlak yelkenleri ile kendilerine saldıranları hiç önemsemeden, İstanbul ile Galata arasında kendilerini saldırılara ve baskınlara karşı koruyacak o ünlü zincirin gerili olduğu Haliç Limanı’nda emniyette olmak için yollarına devam ederler. Dört kalyon artık hedeflerine iyice yaklaşmışlardır: Surların üzerindeki binlerce insan artık gelenlerin yüzlerini görebilmektedir, erkekler ve kadınlar hemen dizlerinin üzerine çökerek Tanrı’ya ve azizlere görkemli kurtuluşları için şükretmeye başlarlar. O sırada limandaki zincir, gelen gemileri içeriye almak için indirilmeye başlar.
O anda birdenbire korkunç bir şey olur. Rüzgâr birden duruverir. Dört yelkenli bir mıknatısla tutulmuş, tamamen ölü gibi denizin tam ortasında, kendilerini koruyacak olan limandan birkaç taş atımı ötede öylece kalakalır ve düşman kayıklarındaki bütün insanlar, sevinç çığlıkları atarak denizin ortasında bu felç geçirmiş, kule gibi duran dört geminin üzerine atlar. Küçük kayıklar insanları ısırmaya çalışan köpekler gibi kancalarla büyük gemilerin kasalarına tutunur, onları batırmak için baltalarını güçlü bir biçimde tahtalarına vururlar, arkadan gelen yeni birlikler çapa zincirlerinden yukarı tırmanarak yelkenleri tutuşturmak için meşaleler ve yanan bezler fırlatır. Türk donanmasının kaptanı büyük bir kararlılıkla kendi amiral gemisini çarpmak için nakliye gemisinin üzerine sürer; iki gemi, iki güreşçi gibi birbirlerine kenetlenir. Aslında Cenevizli denizciler yüksek bordaları ve çelik başlıklarıyla kendilerini koruyabiliyor, önceleri yukarı tırmananlara karşı koyabiliyorİ; saldıranları kancalarla, taşlarla ve Rum meşaleleri ile geri püskürtmeyi başarıyorlardı. Ancak güreş yakında bitmek zorunda kalacaktı. Çok fazlaya karşı çok az bulunuyorlardı. Ceneviz gemileri yenilmişti.
Duvarların üzerindeki binlerce kişi için dehşet verici bir gösteri! Halk başka zamanlarda hipodromdaki kanlı savaşları nasıl neşeyle izliyorsa şimdi de bu deniz savaşını çıplak gözle, yakından ve acı içinde izlemektedir zira en fazla iki saat daha sürecek ve sonra dört gemi deniz arenasında düşmanlara yenilecektir. Yardımcılar boşu boşuna gelmişlerdir, boşu boşuna!
İstanbul surlarının üzerinde çaresizce kıvranan Bizanslılar, bir taş atımı uzaklıktaki kardeşlerine yardım edemedikleri için yumruklarını sıkmış, korkunç bir öfkeyle bağrışıyorlar. Bazıları çılgın hareketlerle savaşan dostlarını yüreklendirmeye çalışıyor. Bazıları da ellerini göğe uzatarak İsa’yı, Başmelek Mikail’i, kiliselerini, manastırlarını, yüzlerce yıldan beri Bizans’ı korumuş olan bütün azizlerini bir mucize yaratmaları için çağırıyorlardı. Ancak Galata’nın karşı kıyısındaki Türkler de bekliyor, bağrışıyor, aynı içten duygularla kendilerinin zaferi için dua ediyorlardı: Deniz bir sahneye dönüşmüş, deniz savaşı bir gladyatör dövüşü olmuş gibiydi.
Sultan da dörtnala oraya gelmişti. Atının üzerinde çevresindeki paşaları ile birlikte üzerindeki paltosu ıslanacak kadar denizde ilerliyor ve ellerini boru gibi yaparak kızgın bir sesle askerlerine, ne pahasına olursa olsun Hristiyan gemilerini ele geçirmelerini emrediyordu. Ne zaman kadırgalarından biri geri püskürtülse palasını sallayarak amiraline küfrediyor ve onu tehdit ediyordu: “Yenmezsen, buraya canlı olarak geri gelme.”
Dört Hristiyan gemisi hâlâ direniyordu. Ancak kavga sona yaklaşıyordu, Türk kadırgalarını geri gitmeye zorlamak için kullandıkları mermileri bitmek üzereydi, kendilerinden elli kat daha güçlülere karşı saatlerdir süren kavgadan dolayı denizcilerin kolları yorgun düşmüştü. Gün bitmek üzere, güneş ufukta alçalmaktaydı. Bir saat daha, o zamana kadar Türkler tarafından teslim alınmasalar bile, akıntı yüzünden Türklerin işgalinde olan Galata’nın arkasındaki kıyıya sürükleneceklerdi. Kaybedildi, kaybedildi, kaybedildi!
O anda çaresiz, ağlayan, yakınan Bizanslılara mucize gibi gelen bir şey olur. Birdenbire hafif bir hışırtı ve rüzgâr esmeye başlar. Ve hemen dört geminin gevşek yelkenleri, yuvarlak ve kocaman olana kadar şişmeye başlar. Rüzgâr; özlenen, uğruna dualar edilen rüzgâr yeniden uyanmıştır! Kalyonların başları zafer kazanmış gibi bir eda ile kalktı ve ani bir hareketle çevrelerini saran, onları sıkıştıran gemilere çarparak geçtiler. Artık özgürler, artık kurtuldular. Surların üstündeki binlerce insanın sevinç çığlıkları altında şimdi birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü gemi güvenli limana giriyor, aşağıya indirilmiş zincir korumaya devam etmesi için yine gıcırdayarak yükseliyor ve arkalarındaki denizde dağılmış küçük Türk gemileri biçare, öylece kalıyor; kasvetli ve umutsuz şehrin üzerinde bir kere daha umudun sevinç gösterileri parlak bir bulut gibi yükseliyor.
Donanma Dağın Üzerinden Geçiyor
Kuşatma altındakilerin coşkulu sevinçleri gece boyunca sürdü. Zaten gece her zaman insanın hayal gücünü canlandırır ve rüyaların tatlı zehriyle umutları körükler. Kuşatılmışlar