Sefiller I. Cilt. Виктор Мари ГюгоЧитать онлайн книгу.
çıkarmamıştı. Sonuçta onlar da birer din adamı ve aynı zamanda bağışlayıcı Tanrı’nın elçileriydi; bu da Piskopos’un onlara saygı duyması için yeterli bir nedendi. Bu iki kişi hakkında bildiği tek şey, birinin piskoposluğunu Kral’ın yanında devam ettirmesi gerektiği; diğerinin de onun yerine 27 Nisan 1785’te atanmış olmasıydı. Madam Magloire bu resimleri, tozunu almak için duvardan indirdiği sırada Piskopos; resmin arkasında küçük bir kâğıda yazılmış ve zamanla sararmış olan yazıda bu ayrıntıları keşfetmişti.
Penceresinde kaba pamuklu, antika bir perde asılıydı. Öylesine eskimişti ki tam ortasında şerit şeklinde bir yırtık oluşmuştu. Madam Magloire yeni bir perde almanın masrafından kaçınmak için onu tam ortasından büyük bir çizgi hâlinde dikmek zorunda kalmıştı. Sonunda bu dikiş, perde üzerinde büyük bir haç işaretinin oluşmasına neden olmuştu. Piskopos ise sık sık buna dikkat çekerek, “Bu ne hoş oldu böyle!” derdi.
Evin istisnasız tüm odaları, kışlalar ve hastanelerde olduğu gibi beyaz badanalıydı. Bununla birlikte son yıllarda Madam Magloire, temizlik yaptığı sırada Matmazel Baptistine’in odasındaki duvar kâğıtlarının altında renkli resimler olduğunu keşfetmişti. Çünkü hastane olmadan önce bu ev, burjuvaların eski Meclis binasıydı. Bu nedenle de aslında oldukça lüks bir dekorasyona sahipti. Odaların zemini tamamen kırmızı tuğladan döşemeydi ve bu tuğlalar her hafta düzenli bir biçimde ovalanarak siliniyordu. Piskopos’un izin verdiği tek lüks buydu. “Bu lüksün fakirlere hiçbir zararı dokunmuyor.” diyordu.
Bununla birlikte, daha önceki hayatında sahip olduğu altı gümüş bıçak ve çatal ile bir çorba kepçesini hâlâ elinde tuttuğunu da itiraf etmek gerekirdi ki kaba keten kumaşların içinde sarılı duran bu takımı parlatmak da Madam Magloire’ın her gün zevkle yaptığı işlerden biriydi. Yaşamı hakkında bu kadar detaydan bahsettikten sonra, Digne şehri Piskoposu’nun “Gümüş takımla yemek yemekten çok zor vazgeçebilirim.” dediğini de bildirmemiz gerektiğini düşünüyoruz.
Bu çatal bıçak takımına, büyük teyzesinden miras kalan iki büyük masif, gümüş şamdanı da eklemeliyiz. Bu şamdanların üzerine her zaman birer mum dikiliyor ve şamdanlar genellikle Piskopos’un şöminesinin üzerinde yerini alıyordu. Madam Magloire, akşam yemeğine gelecek misafir olduğunda iki mumu yakarak şamdanları yemek masasının üzerine koyuyordu.
Piskopos’un odasında, yatağının başucunda, Madam Magloire’ın her gece bu altı gümüş çatal bıçağı ve kepçeyi kilitlediği küçük bir dolap vardı ancak anahtarı kilidin üzerinden asla çıkarılmazdı.
Bahsettiğimiz tuhaf yapılar tarafından oldukça bozulmuş olan bahçe, dört yolla ayrı ayrı kısımlara bölünmüştü. Beşinci bir yol da beyaza boyanmış dört duvar boyunca uzanıyordu. Yollar arasında kalan bu dörde ayrılmış toprak parçalarında Piskopos’un çiçek fideleri bulunuyordu. Üçünde Madam Magloire sebze fidelerini yetiştiriyordu, dördüncüye ise Piskopos sadece çiçek fideleri dikmişti. Bahçenin orasında burasında birkaç meyve ağacı da vardı. Madam Magloire, kimi zaman Piskopos’a takılarak şöyle derdi:
“Monsenyör, her şeyden fayda elde etmeye çalışan sizin gibi biri, nasıl oluyor da oraya işe yaramaz çiçekler ekebiliyor; sebze yetiştirmeniz daha iyi olmaz mıydı?”
“Madam Magloire…” diye karşılık veriyordu neşeyle Piskopos. “Yanılıyorsunuz. Güzellik de fayda kadar faydalıdır.” Kısa bir duraksamanın ardından da hemen ekliyordu: “Belki ondan bile daha faydalıdır.”
Bu küçücük toprak parçası bile, Piskopos’u neredeyse kitapları kadar meşgul ediyordu. Orada bir ya da iki saat geçirmeyi, çiçekleri budamayı, toprağı çapalayıp yeni tohumlar ekmeyi çok seviyordu. Ayrıca bir bahçıvanın görmek istemeyeceği böceklerle de dosttu. Üstelik botanik konusunda bilgi sahibi olduğunu da iddia etmezdi. Çiçeklerinin hepsini eşit derecede sever, onları kesinlikle bir bilgi konusu hâline getirmezdi. Elbette ki bu konudaki bilginlere sonsuz saygısı vardı ancak o, çiçekleri incelemekten ziyade sevmeyi tercih ederdi. Bilgili insanlara karşı büyük saygı duyardı ancak cahillere karşı duyduğu saygı bundan çok daha fazlasıydı ve kendi edinmiş olduğu cahilce tecrübelerini takip ederek çiçek tarhlarını her yaz akşamı yeşile boyanmış teneke bir saksıyla sulardı.
Evin kilitlenebilecek tek bir kapısı dahi yoktu. Söylediğimiz gibi, yemek odasının kapısı doğrudan kiliseye açılıyordu; eskiden bu kapının üzerinde birkaç kilit ve sürgü vardı. Ancak Piskopos buraya taşındıktan sonra, o sürgülerin demirlerini söktürmüş ve bu kapı artık hem gece hem de gündüz, sadece kapı mandalı dışında başka bir şeyle kapatılmamıştı. Herhangi bir saatte yoldan geçen birinin yapması gereken tek şey, o kapıyı itmekti. İlk başlarda, evin iki kadını aslında kapının en azından geceleri kilitlenmesi için ısrarcı olmuştu ancak Digne şehrinin Monsenyörü, “Sizi mutlu edecekse odanıza sürgüler taktırın.” cevabını vermişti onlara. Sonunda onlar da onun duyduğu güveni paylaşmışlar ya da en azından paylaşıyormuş gibi davranarak bu hususta tartışmayı sona erdirmişlerdi. Ancak Madam Magloire yine de bu durumdan korkmaya devam ediyordu. Piskopos’a gelince onun düşüncesini İncil’in bir sayfasının kenarına yazmış olduğu üç satırda açıkça belirtmiş olduğunu görebilirsiniz:
İkisi arasındaki fark şudur: Hekimin kapısı asla kapanmamalıdır, rahibin kapısı ise her zaman açık olmalıdır.
Tıp Biliminin Felsefesi adlı başka bir kitabın sayfasına ise şu notu düşmüştü: Ben de onlar gibi bir nevi doktor değil miyim? Benim de hastalarım var; onların bana gönderdiği, benim de talihsizlerim dediğim hastalarım var.
Yine başka bir sayfaya şöyle not düşmüştü: Sizden sığınacak bir yer isteyene kim olduğunu sormayın. Barınağa ihtiyacı olan kişinin en çok rahatsız olduğu şey, kendi adıdır.
Tesadüfen bir gün, Couloubroux ya da Pompierry vaazlarının yapılıp yapılmadığını bilmiyorum, Piskopos’un misafiri olan rahiplerden biri muhtemelen Madam Magloire’ın endişelerinin de etkisinde kalarak kapıyı açık bırakmanın tedbirsizlik olup olmadığını ve içeri girmeyi seçecek birinin insafına kalacağı için, bu kadar az korunaklı evde bir felaketin yaşanmasından korkup korkmadığını sordu. Piskopos, hafifçe onun omuzuna dokunarak: “Tanrı evi gözetmiyorsa kulunun evi nasıl koruduğunun bir önemi yoktur.” dedi ciddiyetle, sonrasında ise başka şeylerden konuşarak sohbetini sürdürdü.
“Bir albayın cesareti varsa rahiplerin de kendilerine göre cesaretleri vardır.” derdi her zaman. “Ama bizimki daha sakin olmalıdır.”
VII
Kravat
Hikâyenin bu noktasında aşağıda anlatacağımız olay, Digne Piskoposu’nun nasıl bir adam olduğunu tüm açıklığıyla ortaya çıkaracaktır.
Ollioules boğazlarını istila eden Gaspard Bes çetesinin yok edilmesinden sonra, çetenin bir üyesi olan Kravat adlı haydut, askerlerin elinden kaçarak dağlara sığınmıştı. Bu haydut, Gaspard Bes’in geride kalan haydutları ile birlikte bir süre Nice’de saklandı; sonrasında bu haydut Piedmont’a gitti ve sonra birden Fransa’da, Barcelonette civarında yeniden ortaya çıktı. Önce Jauziers’de, sonrasında Tuiles’de görüldü. Joug-de-l’Aigle mağaralarında saklandı; Ubaye ve Ubayette vadilerinden mezralara ve köylere doğru indi.
Hatta Embrun’a kadar ilerledi, geceleri kiliselere girerek o mekânların kutsal eşyalarını dahi yağmalıyordu. Kırsal bölgede gerçekleştirdiği yağmalamalarla, halkı mahvediyordu. Peşine bir tabur jandarma gönderilmesine rağmen her defasında kaçmayı başarıyordu. Kaçmayı çok iyi beceriyordu ancak kimi zaman fazlasıyla cesur davranarak çatışmayı da biliyordu. Yine de cesur ama zavallı biriydi.
İşte