İnsanı Tanıma Sanatı. Alfred AdlerЧитать онлайн книгу.
zayıf hayvanlar göremeyeceği gerçeğine dikkatleri çekmiştir. İnsanı da bu zayıf hayvanlar arasında saymak zorundayız çünkü tıpkı onlar gibi tek başına yaşayacak kadar güçlü değildir. Doğaya karşı cılız bir direnç gösterebilir. Bu gezegende varlığını sürdürebilmek için çelimsiz bedenini birçok yapay mekanizmayla desteklemek zorundadır. Bir insanın tek başına hiçbir kültür aracı olmaksızın yaban bir ormanda olduğunu düşünelim. Yaşayan diğer organizmaların hepsinden daha yetersiz kalacaktır. Diğer hayvanların hızına ya da gücüne sahip olmayacaktır. Var olma savaşında gerekli olan ne etoburların dişlerine ne işitme duyusuna ne de keskin gözlerine sahiptir. İnsan varlığını teminat altına almak için kapsamlı vasıtalara ihtiyaç duyar. Beslenmesi, özellikleri ve yaşam tarzı yoğun bir korunma programını gerektirir.
Artık neden bir insanın varlığını ancak elverişli koşullarda bulunduğunda sürdürebilir olduğunu anlayabiliriz. Bu elverişli koşullar kendisine sosyal hayatla sağlanmıştır. Sosyal yaşam bir gereksinim haline gelmiştir çünkü her bireyin grubu desteklediği bir topluluk ve iş bölümü sayesinde insan türü varlığını sürdürebilmiştir. Özünde medeniyet anlamına gelen iş bölümü, insanlık için, onun tüm sahip olduklarından sorumlu olan bu savunma ve saldırı araçlarını tek başına mümkün kılabilir. İnsan ancak iş bölümünü öğrendikten sonra kendini savunmayı öğrenebilmiştir. Doğumdaki zorlukları ve bir çocuğu ilk günlerinde hayatta tutabilmek için gereken sıradışı önlemleri düşünün. Bu bakım ve önlem ancak böylesine bir iş bölümü olduğunda uygulanabilir. Özellikle bebeklik döneminde insan vücudunun mirasçısı olduğu hastalık ve zayıflıkların sayısını düşünün. İşte o zaman insan hayatının ihtiyaç duyduğu sıradışı ölçüdeki ilgiyi yani bir sosyal hayata gereksinimi olduğu düşüncesini anlayabilirsiniz. Toplum, insanların varlığının sürekliliği için en iyi teminattır.
III. Güvenlik ve Uyum
Önceki açıklamalardan, doğanın bakış açısıyla bakıldığında insanın diğerlerine göre aşağılık bir organizma olduğu sonucuna varırız. İnsanın bilincinde bu aşağılık ve güvensizlik duygusu sürekli mevcuttur. Bu hisler kendisini doğaya uyumlu kılmanın daha iyi bir yolu ve daha üstün bir tekniğini keşfetmek üzere her daim var olan bir uyarıcı olarak hizmet görür. Bu uyarıcı, hayat tertibinde insanın durumunun dezavantajlarını üstesinden gelinip en aza indirileceği koşullar elde etmesi için onu zorlar. Bu noktada, uyum ve güvenlik sürecini etkileyebilecek ruhsal bir organ ihtiyacı ortaya çıkar. İlkel ve orijinal insan hayvanından, ona boynuz, pençe ya da keskin dişler gibi anatomik savunma araçları ekleyerek doğa ile tükenene dek mücadele edebilecek bir organizma yaratmak çok daha güç olacaktır. Ruhsal organ hemen ilkyardıma koşabilir ve insanın organik eksikliklerini telafi edebilir. Sürekli olarak yetersizlik hissinin besleyen bu uyarıcı; insanda önsezi ve tedbiri geliştirmiş, ruhunun mevcut durumuna doğru gelişmesine neden olmuştur. Düşünen, hisseden ve eyleme geçen bir organ halini almıştır. Toplum, uyum sürecinde temel bir rol oynadığından dolayı ruhsal organın en başından itibaren toplumsal yaşamın koşullarını hesaba katması gerekir. Bütün yetenekleri, özdeş bir temel üzerinde gelişmiştir: Toplum hayatı mantığı.
Doğal olarak, evrensel uygulanabilirlik gerekliliği ve mantığın özünde insan ruhunun gelişimindeki bir sonraki basamakla karşılaşırız. Ancak evrensel olarak kullanışlı olan mantıklıdır. Toplu yaşamın bir başka aracını düzenli konuşmada bulabiliriz. Bu mucize, insanı diğer tüm hayvanlardan ayrı kılar. Biçimleri açıkça sosyal kökenlerinin olduğunu ispat eden konuşma olgusu bahsi geçen evrensel olarak kullanışlı olma kavramından ayrı tutulamaz. Konuşma tek başına yaşayan bireysel bir organizma için tamamen gereksizdir. Konuşma eyleminin yararlılığı ancak bir toplum içinde ispatlanabilir. Yani konuşma toplumsal yaşamın bir ürünüdür ve toplumla birey arasındaki bir bağdır. Bu varsayımın doğruluğuna dair kanıt, diğer insanlarla ilişki kurmanın zor ya da imkânsız olduğu koşullarda yetişmiş bireylerden elde edilebilir. Bu gibi bireylerin bazıları, sıklıkla toplumla ilişkilerinden kişisel nedenlerle kaçınmıştır. Diğerleriyse içinde bulundukları şartların kurbanıdır. Her iki durumda da bireyler konuşma bozuklukları ya da zorlukları çekerler ve asla yabancı diller öğrenme becerisini edinemezler. Görünüşe göre bu bağ ancak insanlıkla olan temas güvenceye alındığında oluşturulabilir ve sürdürülebilir.
Konuşmanın insan ruhunun gelişiminde son derece önemli bir değeri vardır. Mantıksal düşünme ancak bizim kavramlar oluşturmamıza ve değerlerdeki farklılıkları anlamamıza olanak sağlayan konuşma öncülüyle mümkündür. Kavramlara biçim vermek kişisel bir mesele değildir, aksine, tüm toplumu ilgilendirir. Gerçek düşüncelerimiz ve hislerimiz onların evrensel faydalarını ancak önceden belirlediğimizde akla uygun gelebilir. Güzel olan şeyden aldığımız keyif güzeli tanıma, anlama ve hissetmemizin ortak olduğu gerçeğine dayanmaktadır. Buradan da anlaşılacağı üzere düşünceler ile kavramların kökeni tıpkı sebep, anlayış, mantık, etik ve estetik gibi insanın sosyal hayatında bulunmaktadır. Aynı zamanda amaçları medeniyetin parçalanmasını önlemek olan bireyler arasındaki bağı oluştururlar.
Ayrıca, arzu ve istenç, insanın bir birey olarak sahip olduğu konumun farklı boyutları olarak yorumlanabilir. İstenç yalnızca yetersizlik hissinin emrinde bir eğilim, tatmin edici bir uyum hissinin elde edilmesi için bir araçtır. Birey için “istemek” bu eğilimi hissetmek ve onun hareketine girmek anlamına gelir. İstençli ya da gönüllü olarak yapılan her eylem bir yetersizlik hissiyle başlar. Bunun çözülmesi ise bir tatmin, huzur ve bütünlük durumuna doğru ilerler.
IV. Sosyal His 1
Artık, insanın mevcudiyetini güvenceye almaya hizmet eden yasal kaideler, totem ve tabular, batıl inançlar ya da eğitim gibi her kuralın toplum kavramıyla yönetilmesi ve buna uygun olması gerektiğini anlayabiliriz. Bu düşünceyi halihazırda dinin durumunda inceledik ve topluma uyumun, tıpkı toplum durumunda olduğu gibi bireyin durumunda da ruhsal organın en önemli işlevi olduğunu gördük. Adalet ve dürüstlük olarak adlandırıp insan karakterinde en değerli olarak gördüğümüz şey, temelinde insanlığın sosyal ihtiyaçlarından ortaya çıkan koşulların yerine getirilmesinden başka bir şey değildir. Bu koşullar insan ruhunu şekillendirir ve faaliyetlerine yön verir. Sorumluluk, sadakat, dürüstlük, hakikat aşkı ve benzerleri sadece toplumsal yaşamın evrensel olarak geçerli ilkesiyle tesis edilen ve sürdürülen meziyetlerdir. Bir karakterin iyi ya da kötü olduğuna toplum bakış açısıyla hükmedebiliriz. Karakter tıpkı bilim, siyaset ya da sanattaki herhangi bir başarı gibi yalnızca kendi evrensel değerini kanıtladığında takdire değer olur. Bir bireyi ölçtüğümüz kriterler onun insanlık adına genel değeriyle belirlenir. Bireyi ideal bir hemcinsinin, yani önünde duran ve genel olarak topluluğa yararlı olan görevleriyle zorlukların üstesinden gelen birinin, sosyal hislerini yüksek bir mertebeye çıkaran birinin tasviri ile karşılaştırırız. Furtmüller’ın ifadesine göre birey, “Hayat oyununu toplumun kanunlarına göre oynayandır”. Kanıtlarımız süresince, hiçbir yeterli kişinin insanlığa karşı derin bir dostluk beslemeden ve bir insan olma sanatını uygulamadan gelişemeyeceği daha da belirginleşir.
Üçüncü Kısım
ÇOCUK VE TOPLUM
Toplum zihnimizin gelişiminin yanı sıra hayat biçimlerimiz ve normlarımızı etkileyen belli başlı yükümlülükleri bize dayatır. Toplumun organik bir temeli vardır. Birey ile toplum arasındaki teğet noktası, insanın biseksüel2 olması gerçeğinde bulunabilir. Erkek ile kadının yalıtılmasından ziyade erkek ile karısının ortaklığında birey hayat dürtüsünü tatmin eder,
1
Almancadan İngilizceye çeviren çevirmenin notu: “Gemeinschaftsgefühl” sözcüğü kitap boyunca “sosyal his” olarak çevrilmiştir. Ancak ”Gemeinschaftsgefühl” ayrıca insan dayanışması, kozmik bir ilişkide insanın insana bağlanmışlığı anlamına da gelmektedir. Bu yüzden “sosyal his”sin geçtiği her ifadede “insan topluluğundaki birliktelik hissi”nin sunduğu daha geniş bir anlam akla gelmelidir.
2
Burada biseksüellikle kastedilen, erkek ve kadının iki ayrı cinsiyet olarak var olması durumudur. Cinsel bir yönelimi ifade eden bugünkü anlamıyla kullanılmamaktadır. (y.h.n.)