Yaşamın Anlamı ve Amacı. Alfred AdlerЧитать онлайн книгу.
bağlılığı artık bulamadıklarında aldatılmış hissederek toplumu kendilerine düşman sayanlar ve tüm hemcinslerinden intikam almaya çalışanlar. Şayet toplum onların yaşama biçimine karşı husumet gösterirse (şüphesiz böyle de olacaktır) bu düşmanca tavrı şahıslarına yönelik kötü muamelenin kanıtı olarak kullanırlar. Cezalandırmanın her zaman etkisiz olmasının nedeni de budur. Ceza “herkes bana karşı” görüşünü onaylamaktan başka bir işe yaramaz. Ancak şımartılmış çocuk ayaklanıp açıkça isyan etse de ya da zayıflıkla baskın çıkmaya veyahut şiddetle intikamını almaya çalışsa da aslında çoğunlukla aynı hatayı yapıyordur. Gerçekten de farklı zamanlarda her iki yöntemi de deneyen insanlarla karşılaşırız. Hedefleri değişmeden aynı kalır. Onlara göre “Yaşam, ilk olmaktır, en önemli olarak fark edilmektir, istediğim her şeyi elde etmektir”, ayrıca yaşama bu anlamı yüklemeyi sürdürdükçe benimsedikleri her yöntem hatalı olacaktır.
Kolayca hata yapılabilecek üçüncü bir durum da ihmal edilmiş çocuğun durumudur. Böyle bir çocuk sevginin ve işbirliğinin ne olabileceğini asla öğrenmemiştir; içinde bu dostane kuvvetleri içermeyen bir yaşam yorumu kurgular. Yaşamın zorluklarıyla karşılaştığında zorlukları abartacak ve diğer insanların yardım ve iyi niyetiyle zorlukların üstesinden gelme kapasitesini küçümseyecektir. Toplumun kendisine karşı soğuk davrandığını keşfetmiştir ve her zaman böyle olacağını düşünecektir. Özellikle de diğerlerine faydalı olacak eylemler sayesinde sevgi ve saygı kazanabileceğini anlamayacaktır. Bu yüzden de başkalarına karşı şüpheli yaklaşıp kendisine güvenemeyecektir. Gerçekten, ilgisiz sevginin yerini alabilecek hiçbir deneyim yoktur. Bir annenin ilk görevi çocuğuna güvenebileceği bir başka insanın varlığının deneyimini kazandırmaktır. Daha sonra, güven duygusunu çocuğun çevresinin geri kalanını dahil edene dek genişletip büyütmelidir. Eğer ilk vazifesinde başarısız olursa (çocuğun ilgisini, sevgisini ve işbirliğini kazanma görevi) çocuğun sosyal çıkar ve hemcinslerine karşı dostane bir his geliştirmesi çok zor olacaktır. Herkesin diğer insanlara karşı ilgi duyma kapasitesi vardır ancak bu kapasitenin eğitilmesi ve kullanılması gerekir, aksi takdirde gelişimi engellenecektir.
Şayet katışıksız bir şekilde ihmal edilmiş ya da nefret edilen veyahut da istenmeyen bir çocuk tipi olsaydı bu çocuğun muhtemelen işbirliğinin varlığını göremeyecek kadar kör, toplumdan yalıtılmış, diğer insanlarla iletişim kurmada yetersiz ve insanlarla birlikte yaşamasına yardımcı olabilecek her şeyden bihaber olduğunu görürdük. Ancak daha önce de gördüğümüz gibi böylesi koşullar altında birey yok olup gidecektir. Bir çocuğun çocukluk dönemini atlatması kendisine ilgi ve alaka gösterildiğinin kanıtıdır. Bu yüzden aslında katışıksız biçimde ihmal edilmiş çocuk tipleriyle asla karşılaşmamaktayız; aksine olağan ilgiden daha azıyla karşılaşmış çocuklarla ya da diğer çocuklara oranla biraz daha çok ihmal edilmiş çocuklar karşımıza çıkar. Kısacası ihmal edilmiş çocuğun etrafında kendisine güvenebileceği hiç kimseyi bulamamış çocuk olduğunu söylememiz gerekir. Yaşamda bu denli başarısızlığın yetim ya da gayrı meşru çocuklardan gelmesi ve bu tip çocukları genel olarak ihmal edilmiş çocuklar arasında gruplandırmak zorunda kalmamız medeniyetimiz için çok acı bir eleştiridir.
Bu üç durum (kusurlu organlar, şımartılma ve ihmal edilme) yaşama yanlış bir anlam yüklememizin başlıca nedenidir. Ve bu koşullarda gelişen çocuklar neredeyse her daim zorluklara karşı yaklaşımlarını gözden geçirmede yardıma ihtiyaç duyarlar. Yaşama daha iyi bir anlam yükleme konusunda kendilerine yardım edilmelidir. Gerçekten önemli olan bu gibi şeylere dikkat edersek ve bu çocuklarla gerçekten ilgilenirsek yaptıkları her şeyde yaklaşımlarını anlayabiliriz. Rüyalar ve işbirliği yararlı olabilir; insanın rüya yaşamındaki kişiliği aslında uyanık yaşamıyla aynıdır ancak sosyal gereksinimlerin rüyadaki baskısı daha az şiddetlidir ve kişilik de daha az korunaklı ve gizli biçimde açığa çıkar. Bununla birlikte, bireyin kendisiyle yaşama yüklediği anlamın hızlı bir şekilde anlaşılmasında en büyük destek kişinin anılarından gelir. Ne kadar önemsiz olduğunu düşünse de bireyin her anısı kendisi için hatırlanmaya değer bir şeyleri temsil eder. Kişinin resmettiği biçimiyle yaşam üzerindeki etkisinden dolayı bunlar hatırlanmaya değerdir. Kişiye “umman gereken bu” ya da “kaçınman gereken bu” ya da “yaşam böyledir” gibi şeyler söyler. Yine de deneyimin kendisinin o kadar önemli olmadığını, çünkü bu deneyimin hatırada ısrarla kaldığı ve yaşama yüklenen anlamı berraklaştırmak için kullanıldığı gerçeğini vurgulamalıyız. Her hatıra bir andaçtır.
Çocukluğun ilk dönemlerine ait hatıralar özellikle bireyin yaşama karşı kendine özgü yaklaşımının ne kadar değişmez olduğunu göstermede ve yaşama karşı duruşunu ilk kez açığa vurduğu koşulları ortaya çıkarmada işe yarar. Tüm hatıralar arasında ilkinin iki nedenden dolayı çok önemli bir yeri vardır. İlk olarak temel benlik tahminini ve içinde bulunduğu durumu içermektedir. Dünyanın kendisine nasıl göründüğüne dair ilk görüşü, kendisi ile kendisinden beklenenlere yönelik az ya da çok ilk eksiksiz semboldür. İkinci olarak birey için öznel başlangıç noktası, kendisi için yarattığı otobiyografinin başlangıcıdır. Bu sebeple de burada çoğunlukla zayıflık noktası ve kendi hissettiği yetersizlik ile ideali olarak gördüğü güçlü ve güvende olma hedefi arasında bir tezat karşımıza çıkar. Psikolojik amaçlar doğrultusunda bireyin ilk olarak tanımladığı hatıranın gerçekte hatırlayabildiği ilk olay olup olmadığı ya da bunun gerçek bir olayın hatırası olup olmadığı önemli değildir. Hatıralar sadece ne olarak “algılandıkları”, nasıl yorumlandıkları ve günümüz ile gelecek yaşamı için ne anlam taşıdıkları bakımından önemlidir.
Bu noktada ilk hatıralara yönelik birkaç örneği ele alıp somutlaştırdıkları “yaşamın anlamı”nı inceleyebiliriz. “Çaydanlık masanın üstünden devrildi ve beni haşladı.” Yaşam işte böyledir! Yaşam hikâyesi böyle başlayan bir kızın çaresizlik duygusuyla devam etmesi ve yaşamın tehlikeleri ile zorluklarını abartmasını görmek bizi şaşırtmamalı. Şayet diğer insanlara kendisine yeterince ilgi göstermedikleri için yürekten sitem ederse de şaşırmamalıyız. Muhakkak yaşamındaki birileri bu kadar küçük bir çocuğu böylesine risklere maruz bırakmak konusunda çok büyük bir ihmalkârlık yapmıştır. Bir başka ilk hatırada benzer bir dünya resmedilmektedir: “Üç yaşındayken bebek arabasından düştüğümü hatırlıyorum.” Bu ilk anının yanında sürekli tekrarlanan bir rüya da karşımıza çıkmaktadır, “Dünyanın sonu geliyor ve gecenin yarısında uyanıp gökyüzünün alevler içinde kıpkırmızı olduğunu görüyorum. Yıldızların hepsi düşüyor ve dünyamız başka bir gezegenle çarpışıyor. Ama tam çarpışmadan önce uyanıyorum.” Kendisine herhangi bir şeyden korkup korkmadığı sorulan bu öğrenci “Yaşamda başarılı olamayacağımdan korkuyorum” diye yanıt veriyor. İlk hatırasıyla tekrarlanan rüyasının cesaretsizlik olarak işlev gördüğü ve başarısızlık ile felaketlere karşı korkusunu onayladığı açıkça ortadadır.
Geceleri altına kaçırdığı ve annesiyle sürekli çatıştığı için kliniğe getirilen on iki yaşındaki bir erkek çocuk ise ilk hatırasını şöyle anlatmaktadır: “Annem kaybolduğumu sanıp sokağa fırlamış. Adımı haykırmış ve çok korkmuş. Bütün bu süre zarfında ben evdeki bir dolabın içinde saklanıyordum.” Bu hatıradan şöyle bir tahminde bulunabiliriz: “Yaşam başkalarına zahmet vererek ilgi kazanmaktır. Güvende kalmak için tek yol hilekârlıktır. Beni göz ardı ettiler ama onları kandırabilirim.” Yatağı ıslatması da kendisini endişe ve ilgi odağında tutmak için benimsenmiş çok iyi bir araçtır ve annesinin ona karşı duyduğu endişe ve tedirginlik de yaşamı yorumlama biçimini onaylamaktadır. Önceki örneklerde de olduğu gibi bu çocuk da dış dünyadaki yaşamın