Kardeş Sesler 2020. Анонимный авторЧитать онлайн книгу.
soğuk hava dalgası sayesinde az da olsa kendime gelebildim. Dallarını pencereme kadar uzatan kiraz ağacım bile beyazlara bürünmüş, her sabah beni cıvıltılarıyla uyandıran kuşların sesi de duyulmaz olmuştu. Derin bir nefes alarak camı kapattım ve yatağın kenarına iliştim. Öyle ya, dün gece yağan karı nasıl da unutmuştum…
Sahi, beni ne uyandırmıştı uykumdan bu kadar erken?
Zihnimi biraz da zorlayarak geceyi sanki tekrar yaşamaya çalışıyorum. Bu arada farkında olmadan çocukluğuma, ilkokul dönemime gittiğimi fark ettim. Hoş, ben o günleri asla unutamadım ya …Yine böyle havaların güzel gittiği, ağaçların yemyeşil kıyafetlere büründüğü, en fazla iki, üç aracın mahalleye çıktığı o dönemlerde Karabük’te Demir Çelik Fabrikası’nın karşısında kalan bir mahallede etrafı çorak denecek kadar boş olan bir arsadaydı ilkokulumuz.
Mayıs ayına yaklaşıyorduk, anneler gününe sayılı günler kalmıştı. Bu yüzden de başta öğretmenlerimiz olmak üzere herkes de bir heyecan, bir telaş başlamıştı. Sınıfın en başarılı öğrencilerinden biriydim, öğretmenim benimde bu özel günde, özel bir gösteri sunmamı plânladı. Elime tek kişilik bir monolog tutuşturduklarında ne yalan söyleyeyim bayağı korkmuştum. İlk defa bir gösteriye çıkacaktım, karşımda mahalleden bir sürü veliler olacaktı ve bana uzakta olan öğretmenimden başka destek olacak kimse de yanımda olmayacaktı. Hem bu arada elimdeki monolog metni de öyle kısa bir şey değildi, hepsini ezberleyecektim. Beni korkutan, heyecanlandıran asıl şey metnin uzun oluşu değildi. Sıkıntımın sebebi bu gösteriyi yurt dışında çalıştığı için yanımda olamayan annem için hazırlayacaktım.
Okulumuzun çorak arazisine bakarak caddenin karşısındaki arazide bulunan mezarlık, sanki cenneti andırır gibi ağaçla doluydu. Nihayet hazırlıklar bitti, gösteri günü geldi. Gün içinde okulumuzun caddeye bakan boş arazisine misafirler için sandalyeler ve onların karşısına da gösteri için biraz yüksek bir platform yerleştirildi. Mahalle arası ve küçük bir yer olduğundan genelde herkes birbirini tanırdı. İşte, benim imtihanım burada olacak, notum da burada verilecekti.
Sıram geldi ve ben sahneye çıktım, heyecandan adeta elim, ayağım titriyordu. Elime tutuşturulmuş okul çantam, örgü ipleri, makas, kalem ve karton parçalarıydı oyundaki rol arkadaşlarım. Sunumu yaparken gözlerimin nasıl ara ara karşımdaki mezarlığa doğru kaçamak yaptığını, yine gözlerimi sahnenin ön sıralarına oturmuş olan annemin arkadaşlarından nasıl kaçırdığımı hiçbir zaman unutamadım.
Bana göre o zaman oldukça uzun gelen anlatımın ardından:
“Anneciğim! Biliyor musun bugün anneler günü”, diye devam ettim gösteriye.
“Sana bir hediye vermek istiyorum ve bunu ben sana kendim hazırlamak istiyorum. Bak, ne güzel iplerim var, sarı, mavi, yeşil hatta kırmızı bile var. Sana kazak örmemi ister misin?”
Seyirciler mikrofonumuz da olmadığından pür dikkat beni dinliyordu, ben ise yine herkesten gözlerimi kaçırarak üzgün bir ses tonuyla devam ettim:
“Ama ben kazak örmeyi bilmiyorum ki…” Sonrasın da etrafımı biraz araştırır gibi yapıp kalemi ve karton parçalarını aldım, üstüne ayakkabı tabanı gibi bir şekil çizdim.
“Ben en iyisi sana terlik yapsam beğenir misin?” Makas elimde başarısız bir şekilde kartonlardan bir şeyler kesmeye çalışıyorum, tabii o da olmuyor ve ben rol gereği çok üzülüyorum. Son anda aklıma bir çare gelmiş gibi okul çantama sarılıyorum.
“Anneciğim, hediye alamadım ama, bak sana ne getirdim,” diye öğretmenimizin bize o gün dağıttığı baştan sona “PEKİYİ” yazan karnemi çıkarıyorum. Çıkarıyorum, çıkarmasına da… Başım önümde biraz bekledikten sonra seyircilerin alkışlarına karşılık nasıl selam vererek sahneden indiğimi hatırlamıyorum.
Çünkü benim o gün orada beni saracak, bırakın hediyeyi, baştan sona “PEKİYİ” dolu bir karne getirdim diye öpüp koklayacak annem yok.
Sahneden indikten sonra annemin arkadaşları, tanıdıkları sardı çevremi, bazıları gözleri yaşlı ve duygulanmış bir halde bana sarıldı ve;
“Kızım bizi çok duygulandırdın, annen bunları duysaydı ne kadar sevinirdi,” diye beni teselli ettiler.
Annem o gün o sözlerimi duyamadı, hiçbir karne günümüze de tanık olamadı ve biz annemizi seneler sonra, yine bir anneler gününden bir gün sonra, ebedi yolculuğuna uğurladık…
Annem, canım annem, kaç sene sensiz geçti anneler günümüz, kaç sene büküldü boynumuz. Sen, o sözlerimi o gün duyamadın ama, hâlâ bizimlesin, hâlâ içimizde yaşıyorsun ve sonsuza kadar da yaşayacaksın.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Ocak 2020)
17 AĞUSTOS 1999
Yaz tatilimizin ilk on gününü Yalova- Çınarcık’ta geçirmiştik. Ertesi gün ailece Ankara’ya gitmeye karar verdiğimiz için son günümüzü sahilde dolaşmaya ayırdık. Bir sürü alışveriş yeri, lokanta ve seyyar satıcılarla dolu, denize paralel caddesinde asılmış olan büyük bir tabelâ dikkatimizi çekti.
“Çok Uygun Fiyata Satılık Daireler”
Aslında tatile geldiğimizde daire almayı düşünmüyorduk ama ilânı görünce “Haydi, gidip bir bakalım!” dedik. Çocukları da yanımıza alarak İstanbul’a iner inmez havaalanında kiraladığımız arabaya binerek tabelâda yazan şirkete gittik. Önceden aradığımız için bizi bekliyorlardı. İçeri girdik, kısa bir hoş beş faslından sonra yetkili kişi önümüze yapılacak olan evin plânını çıkardı. Bir sürü şey anlattı. Evin büyüklüğünden tutun da hangi yönde olduğunu, çevre düzenlemesini, arsa büyüklüğünü falan… Sanki büyülenmiştik, eşimle hemen hesap yapmaya koyulduk. Hiç hesapta yokken daireyi almaya karar verdik. Peki nasıl ödeyecektik? Öyle olur, böyle olur derken sonuçta söz benim düğünde takılan takılara geldi…
–Tamam, dedim. Ama karşılığında tapuyu benim adıma yaparsan…
Aslında, geleneklere bağlı yetişme tarzından, onun böyle konularda ne düşüneceğini, nasıl bir tavır sergileyeceğini çok iyi biliyordum. Yine de şansımı denemek istemiştim. O esnada yetkili kişi evrakları düzenlemiş, imza için cevap bekliyordu. Eşim teklifimi kabul ederek beni şaşırttı. Ertesi gün kimliklerimizle beraber gelip satış işlemini tamamladıktan sonra yola çıkacaktık. Çok mutluyduk. Bizim de artık bir dairemiz, bir yazlığımız olacaktı.
Akşam oldu. Rahatlatıcı hafif bir rüzgâr çıkmıştı. Biz çarşıda gezimize devam ederken çocuklar sahilde dolaştılar. Yemekten sonra kaldığımız eve döndük. Sabah yola çıkacağımız için ben önce toparlanma işini hallettim. Sonra kimliğimi de hazır etmek üzere çantamı açtım, baktım, kimliğim yoktu. Tekrar tekrar bütün gözlerine dikkatle baktım, yoktu. Eşimin, çocuklarımın kimlikleri ile beraber benim çantamda olması gereken kimliğim yoktu. İnanması çok güçtü ama yoktu işte…Nasıl olur da herkesin kimliği çantamda dururken benimki yok olurdu? Git gide büyüyen bir tartışmaya başladık eşimle. Vakit gece yarısını bulmuştu, çocuklar yorgunluktan çoktan yatmışlardı. Büyük tartışmanın sonucunda eşim salondaki koltuğa kıvrıldı uyudu, nasıl olsa ben her şeyi hallederdim, geride dünya kadar iş varmış kimin umurunda…
Bavulları toparlayıp temizliği bitirdiğimde saat neredeyse gece ikiye gelmişti. Hem yorgunluk, hem moral bozukluğundan bitkin düşmüştüm. Başımı yastığa ancak koymuştum ki büyük bir gürültü ile yerimden fırladım. Daha ne olduğunu anlayamadan eşimin bana seslendiğini duydum. Işığa koştum, yanmıyordu. Çocukların odasına