Robinson Crusoe. Даниэль ДефоЧитать онлайн книгу.
denilen bir tür yelken takılmıştı; bu yelken kamaranın üst kısmından çok rahat ve kolayca uzanılarak kullanılabiliyordu, kamara da içerisinde kendisi ile birlikte iki kölesinin de yatabileceği şekilde düzenlenmişti; içeriye özellikle sevdiği içecekleri, ekmeği, pirinci ve kahvesini koyabileceği şekilde bir dolap ve masa da yerleştirilmişti.
Bu tekneyle daha sık balığa çıkmaya başlamıştık; marifetlerimden çok memnun olduğundan bensiz balığa çıkmaz olmuştu. Bir seferinde, bulunduğumuz bölgenin ileri gelenlerinden iki Mağripli ile birlikte hem zevk hem de balık avlamak için denize çıkmaya karar verdi, muazzam bir hazırlık yapıldı, geceden tekneye çok daha fazla yiyecek ve içecek malzemesi depolandı. Bana da gemisinde bulunan barut ve silahını alıp tekneye getirmemi emretti, böylece balık avlamanın yanı sıra spor amaçlı olarak kuş avına da çıkabileceklerini söyledi.
Bütün hazırlıkları emrettiği şekilde yerine getirdim ve ertesi sabah için tekneyi temizleyerek gelecek olan misafirlere daha gösterişli görünmesi için süsledim. Ancak ertesi gün patronum tekneye tek başına geldi, arkadaşlarının işi çıktığından balığa gelemeyeceklerini, onları akşam evinde yemekli olarak ağırlayacağından bana ve diğer köleye açılıp balık tutmamızı emretti, vermiş olduğu görevi hemen yerine getirmeye hazırdım.
Tam bu esnada kaçmak için düşüncelerim yeniden aklıma düşmüştü, çünkü şimdi emrim altında küçük bir teknem olacaktı. Patronum yanımdan ayrılır ayrılmaz, balık için değil çıkacağım yolculuk için hazırlanmaya başladım; aslında ne gideceğim yeri biliyordum ne de bunu önemsiyordum, tek dileğim bir an evvel buradan kaçıp herhangi bir yere giderek bu kölelikten kurtulmaktı.
İlk iş olarak bir şekilde Mağriplinin yolculuk boyunca bize yetecek kadar yiyecek getirmesini sağladım; bahane olarak da patronumuzla ava çıktığımızda onunla aynı ekmekten yememizin doğru olmayacağını öne sürdüm. Bu konuda doğru düşündüğümü söyleyerek tekneye bir sepet dolusu peksimet ve bisküvi, üç testi de fazladan su getirdi. Patronumun, İngiliz gemilerinden elde etmiş olduğu değerli şişelerini koyduğu dolabın yerini gayet iyi biliyordum, böylece Mağripli orada olmadığı sırada onları sanki patronum için konulmuş gibi dolabın içine yerleştirdim. Ayrıca ileride bize faydası dokunacağını düşündüğüm, bir büyük top bal mumu, bir top sicim, bir balta, bir testere ve bir de çekiç aldım; özellikle de bal mumu sonrasında bizim için gerçekten çok faydalı olmuş ve onu mum yapımında kullanmıştık. Mağripliye masum küçük bir oyun daha oynadım, o kadar iyi niyetli bir adamdı ki söylediklerime hemen inanmıştı. Asıl adı İsmail’di ancak onu genellikle Molla diye çağırıyorlardı. “Molla!” dedim ona. “Patronumuzun silahları teknede; onlar için biraz barut ve mermi getirir misin? Büyük gemide oldukça fazla cephanelik olduğunu biliyorum, belki balık haricinde kendimiz için birkaç kuş da vurabiliriz.”
“Tamam.” dedi adam hemen. “Biraz getireyim.” Kısa bir süre sonra da küçük deri kese içerisinde yaklaşık olarak bir buçuk kilo kadar barut getirerek tekneye koydu; bense bu arada patronumun odasından ihtiyacım kadar mermi alıp tekneye yerleştirmiştim. Aynı zamanda, patronumun gemideki odasında bir miktar daha barut bulmuştum, içeride bulduğum büyük bir şişenin içine de bu baruttan doldurdum; böylece ihtiyacımız olabilecek her şeyi yanımıza almış hâlde, sözde balık tutmak amacıyla limandan ayrılarak yola çıktık. Limanın girişindeki kalede nöbet tutanlar bizim kim olduğumuzu bildiklerinden, hiçbir şey söyleme gereği duymamışlardı; limandan bir mil kadar uzaklaştıktan sonra yelkenlerimizi indirerek balık tutmaya başladık. Rüzgâr istediğim gibi kuzeyden esmiyordu, şayet yönünü değiştirmiş olsaydı böylece İspanya kıyılarına, en azından Cadiz Körfezi’ne kadar ulaşabileceğimi düşünüyordum; ancak hangi yöne olursa olsun kararım kesindi, bu iğrenç ve korkunç yerden olabildiğince uzak bir yere gidecek ve gerisini kaderimin ellerine bırakacaktım.
Hiçbir şey yakalamadan bir süre avlandık, çünkü oltamın ucuna takılan balıkları bilerek yukarı çekmiyor ve kaçmalarını sağlıyordum, Mağripliye de, “Bu işe yaramayacak, patronumuz böyle bir hizmeti asla affetmez, bu yüzden daha fazla açılmamız gerekiyor.” dedim. Söylediklerimden herhangi bir kötü niyet beklemediğinden, zavallı adam teknenin başına geçerek yelkenleri açtı. Dümenin başında olduğundan böylece tekneyi üç mil daha ileriye götürdüm ve sonrasında sanki balık tutacakmışım gibi orada durdum; yardımcı çocuğa dümeni bıraktıktan sonra, usulca Mağriplinin yanına gittim ve sanki bir şeyler arıyormuşum gibi yaparak arkasında durdum, kolumu doğrudan onun beline sararak, kucakladığım gibi onu tekneden denize attım. Tıpkı bir mantar gibi yüzebildiğinden hemen su yüzüne çıkmış, bana bağırıyor, kendisini tekneye almam için yalvarıyor, dünyanın neresine gidersem gideyim benimle gelmeye razı olacağını söylüyordu. Çok hızlı yüzebildiğinden, kısa sürede bize yetişebileceğini görebiliyordum; bu yüzden de kamaraya giderek içeriye yerleştirmiş olduğumuz silahlardan birini aldım, dışarı çıktığımda ona peşimi bırakacak olursa, zarar vermeyeceğimi, hiçbir şey söylemeyecek olursa onu vurmayacağımı söyledim. “Ama…” dedim sonra. “Kıyıya varabilecek kadar iyi yüzüyorsun, deniz de yeterince sakin, bu yüzden kıyıya doğru yüzebilirsin, ben de sana zarar vermem; ancak tekneye biraz olsun yaklaşacak olursan senin kafanı dağıtırım, çünkü ben ne pahasına olursa olsun özgür olmayı kafama koydum.” dedim. Böylece adam geri dönerek kıyıya doğru yüzmeye başladı; mükemmel bir yüzücü olduğundan emin olduğum için onun kıyıya kolayca varmış olduğundan da hiç şüphem olmadı.
Belki de Mağripliyi yanıma alıp çocuğu denize atmam benim için daha iyi olabilirdi, ancak ona yeterince güvenemiyordum. O gittikten sonra, adı Xury olan çocuğa döndüm ve ona, “Xury, eğer bana sadık kalırsan seni harika bir adam yaparım ama ellerine yüzünü sıvazlayıp bana dürüstlüğünü göstermezsen (bu hareketin anlamı Muhammed ve babasının sakalı üzerine yemin ederim demekti), seni de denize atmak zorunda kalırım.”
Çocuk yüzüme bakarak gülümsedi ve hemen ardından bana sadık kalacağına ve tüm dünyayı benimle birlikte dolaşarak bana yardımcı olacağına dair yemin etti; o kadar masum bir ifadeyle konuşuyordu ki ona güvenmekten başka çarem kalmamıştı. Mağripli kıyıya doğru yüzmeye devam ederken ben de sanki doğrudan denize açılacakmışım gibi yönümü rüzgâra çevirmiştim, bu sayede herkes benim boğaza doğru gittiğimi sanacaktı (aslında aklı başında olan herkesin de böyle düşünmesi gerekirdi); güneye doğru, bütün zenci uluslarının bizi sandallarıyla çevreleyerek yok edebilecekleri barbar halkın yaşadığı sahillere doğru yola çıktığımı kim bilebilirdi ki? Büyük çabalarla kıyıya ulaşabilsek bile, vahşi hayvanlar ya da en az onlar kadar yabani olan insanlar tarafından parçalanma olasılığımız olduğunu kim düşünebilirdi?
Ancak akşam karanlığı çöktüğü sırada, rotamı değiştirdim ve kıyıyı gözden kaybetmeyeceğim şekilde yolumu doğrudan güneydoğu yönüne çevirdim. Taze, güzel bir akşam rüzgârı esiyordu, deniz fazlasıyla sakindi, gece boyunca ve ertesi gün öğleden sonra saat üçe kadar öyle güzel yol almıştım ki, sonunda Sallee Limanı’nın en az yüz elli mil güneyine varmayı başarmıştım. Fas İmparatorluğu’nun ya da o bölgedeki herhangi bir başka kralın ülkesinin çok ötesine çıkmıştım, çünkü tek bir insan dahi görmemiştik.
Yine de o bölgenin halkından ve onların ellerine yeniden düşmekten öylesine korkuyordum ki, burada ne kıyıya çıkmaya ne de karaya yanaşmaya hiçbir şekilde cesaret edemedim. Rüzgârın gayet güzel esmesi sayesinde beş gün boyunca durmadan yola devam ettim. Sonra rüzgâr yönünü güneye çevirdi, böylece peşime düşen herhangi bir gemi varsa rüzgârın yön değiştirmesiyle beni aramaktan vazgeçmiştir diye düşünmeye başladım. Bu yüzden de karaya yanaşma cesaretimi toplayarak küçük bir nehrin ağzına demir attım, bulunmuş olduğum yerin neresi olduğunu,