Foma. Максим ГорькийЧитать онлайн книгу.
içinde boğulup kalmış yüzüne baktı uzun uzun. Yastığın üzerine ölü yılanlar gibi kıvrılıp dağılmıştı Natalya’nın saçları. Sonuna kadar açık iri gözleri siyah halkalarla çevrili bu sapsarı cansız çehre, tamamıyla yabancıydı İnyat’a. Duvarın ötesinde bir yerlere doğru uzanan bu ürkünç bakışları da görmemişti hiç. Sevinçle kanat çırpan yüreği, karanlık bir önsezinin kıskacında titredi.
“Merak etme geçer, hep böyledir bu…” diyebildi tatlı bir sesle. Öpmek için karısının yüzüne doğru eğildi.
“Ben yaşamam…” diye tekrarladı Natalya. Dudakları renksiz ve soğuktu. Ve bu soğukluğu kendi dudaklarında duyar duymaz, ölümün çoktan gelip karısına yerleşmiş olduğunu anladı İnyat. Dehşetle boğulan bir fısıltı hâlinde, “Tanrı’m!..” diye inledi.
Soluk almasına meydan vermeyecek şekilde, gırtlağını sıkan bir korku hissediyordu.
“Nataşa! Olur mu hiç! Gayet iyi bilirsin ki çocuğu emzirecek bir göğüs gerek… Ne diyorsun sen Nataşa, olmaz öyle şey, katiyen olmaz!”
Neredeyse bağırıp çağırmaya koyulacak, hatta azarlayacaktı karısını. Ebe, ağlayan çocuğu bir elinden bir eline havada sallayarak yaklaştı yanına, sert bir sesle bir şeyler söyledi ama hiçbir şey işitmiyordu İnyat, karısının insana dehşet veren yüzünden ayıramıyordu gözlerini. Nataşa’nın dudakları kımıldıyordu durmadan. Boğuk boğuk kelimeler çarpıyordu kulağına İnyat’ın, ama hiçbirini anlamıyordu. Yatağın kıyısına oturmuş, ürkek ve kesik bir sesle konuşuyordu sadece:
“Ama düşün… Gayet iyi biliyorsun ki sensiz yaşayamaz. Bir bebektir nihayet! Toparla kendini ne olur, at o pis düşünceyi kafandan! Def et, kov!..”
Konuşuyordu ve anlıyordu boşuna konuştuğunu. Yaşlar doluyordu gözlerine; taş gibi ağır, buz gibi soğuk bir şeyler doğuyordu göğsünde. Natalya gitgide kısılan bir sesle kekeliyordu:
“Bağışla beni… Elveda! Çocuğa bak, dikkatli ol… içme sakın…”
Rahip geldi ve Nataşa’nın yüzünü örttükten sonra, derin iç çekişlerle, duaya koyuldu:
“Kâinatın efendisi, tüm dertleri iyi eden yücelerden yüce Tanrı… Bugün doğurmuş olan hizmetkârın Natalya’yı da iyi et, uzanıp kaldığı lohusa yatağından sağlıkla kaldır onu; zira, Davud Peygamber’in de söylediği gibi: ‘Adaletsizlik içinde doğduk ve senin karşında haşarattan ibaretiz’…”
Sesi titriyordu ihtiyarın, sert bir ifadeye bürünmüştü zayıf çehresi, giysilerinden bir buhur kokusu yayılmaktaydı.
“…Doğurduğu yavruyu her türlü kötülükten, fesattan, habislikten, gündüz gece çevremizde kol gezen kötü ruhlardan koru ve esirge…”
Sessizce ağlıyordu İnyat. İri ve sıcak gözyaşları, karısının çıplak eline düşüyordu. Ama hareketsizdi artık bu el, ürpermiyordu bile, üzerine dökülen yaşları hissetmiyordu.
Dua biter bitmez komaya girdi Natalya. Ertesi gün de hiç kimseye tek kelime daha söyleyemeksizin, yaşamış olduğu gibi sessizce öldü. İnyat, karısını muhteşem bir cenaze alayıyla toprağa verdikten sonra oğlunu vaftiz ettirdi. Foma koymuştu adını ve çocuğu istemeye istemeye yeğeni Mayakin’e emanet etmişti; bir süre önce bir kız doğurmuş olan Mayakin’in karısı bakacaktı oğluna… İnyat’ın sık siyah sakalı, karısının ölümüyle bir hayli ağarmıştı; buna karşılık gözlerinin parıltısında yeni, yumuşak ve okşayıcı bir ışık vardı şimdi.
II
Tek katlı muazzam bir evde oturuyordu Mayakin. Ev, yaşlı kocaman ıhlamur ağaçlarının süslediği büyük bir bahçeyle çevriliydi. Kalın gür dallar, sık bir dantel hâlinde gizliyordu pencereleri ve güneş ışınları, dağınık mobilyayla koca sandıkların yığılı durduğu küçük odalara güçlükle sığabiliyordu. Nitekim bütün evin içinde daima bir yarı karanlık hüküm sürerdi. Aile alabildiğine sofuydu: İç içe geçmiş şamdan, günlük ve ikonların önüne yerleştirilmiş lambalardan taşan zeytinyağı kokusu doldururdu evi; nedamet iç çekişleriyle, dua sözleri dalgalanırdı havada. Dinî ayinler eksiksiz olarak ve şevkle yerine getirilir, ev sakinlerinin bütün enerjisi bu alanda etkinliğe geçerdi. Evin loş, boğucu ve ağır atmosferinde, ayakları daima pantuflalı, sırtlarında hep koyu renk giysiler ve yüzlerinde sürekli bir keder ifadesiyle kadın silüetleri, hemen hemen en küçük bir gürültü bile çıkarmaksızın, oradan oraya gider gelirdi.
Mayakin ailesi; Yakob, karısı, kızı ve en genci otuz dört yaşında olan beş yeğeninden kuruluydu. Beş yeğenin beşi de, sofu ve uysal tabiatlı Antonina İvanovna’ya karşı silik kadınlardı. Uzun boylu, zayıf, karanlık yüzlü, otoriter ve zeki bir ışıltıyla parıldayan amansız gri gözlü bir kadındı Antonina İvanovna. Bir de Taraş isimli bir oğlu vardı Mayakin’in, ama bu oğlun adı evde katiyen ağza alınmazdı: Şehirde söylenen, Taraş’ın on dokuz yaşındayken Moskova’ya öğrenime gittiği, üç yıl sonra da babasının muhalefetine rağmen, orada evlendiğiydi. O gün bugündür oğluyla ilişkisini kesmişti Yakob; sonradan da Taraş, hiçbir iz bırakmadan kaybolmuştu ortadan. Bilinmeyen bir sebepten ötürü Sibirya’ya sürgün edildiği söylenmekteydi…
Kısa boylu, atik bir adamdı Yakob Mayakin; ortadan ikiye ayrılmış alev kızılı bir sakalı vardı ve yeşile çalan gözlerini karşısındakine diktiği vakit, “Önemi yok aslanım, tasalanma hiç! Anlamasına anlıyorum seni, ama bana dokunmaya kalkacak olursan pişman ederim…” der gibiydi.
Acayip şekilde uzun kafası tıpkı bir yumurtaya benziyordu. Kabaktı. Kırışık dolu, açık bir alnı vardı. İki ayrı çehreye sahipti sanki bu adam: Herkesin gördüğü, o ördek gagasını andıran uzun burunlu, etkileyici ve zeki çehrenin yanı sıra, ardında hem gözleri hem de dudakları saklamışa benzeyen kırışıklardan ibaret bir ikinci çehre. Bu ikinci çehre yüzeye vurduğunda, Mayakin dünyaya başka gözlerle bakar, başka bir gülümseyişle gülümserdi.
Bir kablo fabrikasının sahibiydi Mayakin. Şehirde bir de mağazası vardı. Kabloların, iplerin, kınnap ve kıtığın tavana kadar yığılı durduğu bu dükkânda, gıcırdayan camlı bir kapıyla girilen ufacık bir odası vardı Mayakin’in. İçeride eski, biçimsiz büyük bir masayla, bu masanın önünde geniş ve rahat bir koltuk göze çarpardı. İşte bu koltukta geçerdi Mayakin’in günleri; küçük yudumlarla çay içer, “Moskova Postası”nı okurdu. Tüccarsınıfının saygısını kazanmıştı; “kafalı adam” şöhretiyle güçlüydü ayrıca. Bunun yanı sıra, ziyaretçilerine soy sopunu hatırlatmaya bayılır, ıslık gibi bir sesle, “Biz Mayakinler, taa Katerina anamızın saltanat sürdüğü çağlardan beri ticaret yapmaktayızdır…” derdi. “Ve dolayısıyla ben, safkan bir insanım…”
İnyat Gordeyev’in oğlu, bu ailenin içinde altı yıl geçirdi. Altı yaşındayken geniş göğüslü, kocaman kafalı bir çocuk olan Foma, hem boyu hem de koyu badem gözlerinin ciddi bakışıyla, olduğundan daha büyük göstermekteydi. Sessiz ve arzularında inatçı bir çocuktu. Mayakin’in kızı Luba’nın eşliğinde günler geçirirdi oyuncaklarıyla. Yeğenlerden birinin sessiz gözetimi altındaydılar daima. Evde, hemen hiç konuşmadığından mı nedir, Buzya, yani “Patırtı” adı takılmıştı bu yeğene; her şeyden ürken, yüzü çiçek bozuğu, şişman bir ihtiyar kızdı; çocuklarla bile kesik kesik ve hep alçak sesle konuşurdu. Bir sürü dua bildiğinden olacak, hiç masal anlatmazdı Foma’ya.
Foma küçük kızla iyi bir ahenk içinde yaşıyordu; yalnız Luba öfkelendiği ya da onunla eğlenmeye koyulduğu zamanlar sapsarı kesilirdi oğlan; burun delikleri kabarır, gözlerini gülünç