Kayıp Zamanın İzinde Guermantes Tarafı 3. Kitap. Марсель ПрустЧитать онлайн книгу.
özgü, mitoloji çağında bir tanrıçayla bir kuşun birleşiminden meydana gelmiş gibi görünen, tanrısal ihtişamın iz düşümünü kendisinden emin hâlde dünyanın ortasında bir başına korumayı başarmış bir ırkı anımsatan karakteristik hatları hayranlıkla izliyordum.
Robert, sebebini bilmediği benim bariz şefkatimden etkilenmişti. Şömine ateşinin sıcaklığı ve şampanyanın bende yarattığı rahatlama hissini arttırıyor, üstelik alnımı boncuk boncuk terlerle, yanaklarımı da gözyaşlarıyla nemlendiriyor, yediğim kekliklere damlıyordu; kekliğimi, soyutladığı, inanmadığı bir yaşam formuna gözleriyle şahit olmuş inançsız bir ölümlünün hissettiği türden sessiz bir şaşkınlıkla yiyordum, başka bir deyişle, Tanrı’nın varlığına inanmayan bir insanın bir papaz evinde nefis hazırlanmış akşam yemeğini yerkenki sessiz şaşkınlığıyla. Ertesi sabah uyandığımda, ayağa kalkıp Saint- Loup’nun odası çok yüksekte olduğundan tüm kırsal bölgeyi gören döküm penceresinin yanına gittim, yeni komşum olan kırlarla tanışmanın heyecanı vardı üstümde, bir gün önce çok geç saatte geldiğim için gecenin karanlığı altında çoktan rüyalara daldığımdan ayırt edememiştim. Yine de her ne kadar erken uyanmış olsam da pencereden dışarı baktığım zaman tek gördüğüm şey, bir kır evinin penceresinden göle doğru bakan birisinin gördüğü gibi hâlâ üzerine örttüğü yumuşak, beyaz, sisten yapılmış sabahlığını giymiş kırlardı, onun haricinde neredeyse hiçbir şeyi göremiyordum. Fakat meydandaki atları tımarlamaya gelecek olan askerler işlerini bitirmeden önce sabahlığını bir kenara koyacağının farkındaydım. Bu arada görebildiğim tek şey, kışlanın kenarına doğru uzanan, karartılarından çoktan arındırılmış, pürüzlü, çıkıntılı, cılız bir tepecikti. Saydam kırağı perdesinin içinden, beni ilk defa gören bu yabancıdan gözlerimi alamadım. Fakat kışlaya gelmeyi alışkanlık hâline getirdiğimde, tepenin orada olduğunu, görmediğim zaman bile, olmayan ya da ölü bir arkadaş olarak, yani varlığının inancına sahip olmadan düşündüğüm, Balbec’teki otelden, Paris’teki evimizden daha gerçekçi olduğunun bilincinde olmak şuna sebep oldu: Ben farkında olmasam bile, tepenin yansıyan şekli Doncières’de edindiğim en ufak izlenimimde bile kendini belli ediyordu; bütün bunların arasında, gözlemevi misali tepeyi rahatlıkla görebildiğim bu rahat odada Saint-Loup’nun emir erinin hazırladığı sıcak çikolatanın vermiş olduğu mutlulukla güne başladım, kaldı ki her yeri örten sis yüzünden tepeye bakmak dışında bir şey yapmam imkânsızdı. Tepenin şeklini içine çeken, sıcak çikolatanın tadıyla bu zaman zarfındaki düşünceler zincirimle birleşen sis, hiç düşünmeyişime rağmen o zamanki tüm düşüncelerimi nemlendirmeyi başardı; tıpkı büyük, erimeyen altın parçacıklarının hafızamdaki Balbec izlenimiyle ilişkilenmesi ya da dış taraftaki siyahımsı kum taşından yapılma merdivenlerin zihnimdeki Combray izlenimime grilik katması gibi. Ancak sis, günün ilerleyen saatlerine kadar hâkimiyetini sürdüremedi; güneş başta işe yaramayan fakat nihayetinde ışıltıyı sağlayacak birkaç mızrak parıltısı fırlattı. Tepenin ağarmış taraflarının maruz kaldığı güneş ışınları, bir saat sonra kasabaya indiğimde duvarlara yapıştırılan seçim afişlerinin kırmızı ve maviliklerine, sonbahar yapraklarının kızıllığına öylesine moralimi yükselten bir coşku katıyordu ki üzerinde zıplamamak için kendimi zor tuttuğum kaldırımlarda şarkı söyleyerek ilerliyordum.
Fakat ilk geceden sonra otelde uyumak zorunda kaldım. Orada üzülmeye mahkûm olacağımın önceden farkındaydım. Üzüntü, hayatım boyunca bulunduğum her yeni yatak odasının, yani her yeni odanın yaymış olduğu nefes alınması imkânsız bir koku gibiydi; çoğunlukla kaldığım odadaysa ben yoktum, zihnim başka bir yerde kalırken yerine aşinalık duygusunu gönderirdi. Oysa kendimden daha az duyarlı bir hizmetçiyi işlerimle ilgilenmesi için, ondan önce ve kendi başıma varabileceğim, yıllarca aradan sonra yeniden keşfettiğim fakat hiç değişmeyen, Combray’den bu yana, Balbec’e ilk gidişimde açılmamış bir bavula sırtımı yaslayıp hiçbir teselli bulmadan ağlamamdan bu yana hiç büyümeyen ‘kendimi’ bulduğum yere gönderemezdim.
Nitekim yanılmışım. Üzülecek vaktim olmadı, çünkü bir an bile yalnız kalmadım. Gerçek şu ki, eski saraydan geriye, modern bir otelde yeri olmayan, herhangi bir pratik faydası bulunmayan, uzun boş zamanların büyüsünde hayat kazanmış dekorasyon ve yapının fuzuli şatafatı kalmıştı; dört bir yanı saran, amaçsız gezintilerle sürekli aynı yerden geçen dolambaçlı koridorlar, koridor kadar uzun, salon kadar gösterişli, bir konutun parçasını oluşturmaktan ziyade oranın sakiniymiş gibi bir havası olan, herhangi bir odanın bir uzantısı olmayı başaramamış fakat benimkinin etrafını saran ve beraberindekileri benle tanıştıran işsiz güçsüz fakat çıt çıkarmayan komşuları andıran holler; sessiz olmaları koşuluyla kalmalarına ve odalarının kapısında misafir kabul etmelerine izin verilen ve beni her gördüğünde sessizce selamlayan sözüm ona komşular. Uzun lafın kısası, günden güne basit bir kap hâlini almakta olan, bizi yalnızca soğuktan ve başka insanların bakışlarından koruyan bu konut kavramının burasıyla yakından uzaktan alakası yoktu; odalar topluluğu, sessizlik içinde yaşayan bir insan kolonisi kadar gerçekti; fakat bir insan içeri girdiğinde, onlarla karşılaşmaya, onlardan kaçınmaya, onları müteşekkir etmeye mahkûmdu. Onları rahatsız etmemeye çalışır, on sekizinci yüzyıldan kalma eski altın perdelerin arasında, boyalı tavanın bulutları altında yayılmayı alışkanlık hâline getirmiş büyük salona saygısını sunmadan geçemezdi. Simetriye aldırış etmeden etrafını saran, üç yarım basamakla kolaylıkla ulaşabildikleri bahçeye kadar uzanan odalara gelecek olursak, insan onları daha kişisel bir merakla ele alıyordu.
Asansöre binmeden ya da ana merdivende görünmeden dışarı çıkmak ya da girmek istediğimde, artık kullanılmayan, bir basamağın ötekine olan yakınlığıyla ustaca tasarlanmış daha küçük özel bir merdiven çıkıveriyordu karşıma; renklerinde, kokularında, tatlarında genellikle özgün, duyusal haz uyandıran türden mükemmel bir orantıya sahipti bu basamaklar. Ancak yukarı çıkmanın ve aşağı inmenin verdiği zevki tatmak için buraya gelmem gerekiyormuş, tıpkı bir keresinde, nefes alma eyleminin -bir ihtiyaçken farkına varılmayan- daimî bir zevk olduğunu anlamak için Alpler’deki bir kaplıcaya gitmemin gerekmesi gibi. Daha öncesinde tanıdığım, sanki onlara sahipmişim hissiyatını veren basamağın üzerine ilk adımımı attığımda, uzun süre kullandığımız şeylerin bize bahşettiği, bizi gayretten kurtaran alışmışlığı hissettim; uzun zaman önce her gün misafir ettiği efendileri tarafından somutlaşan, henüz benim sahip olamadığım fakat sahip olduğum zaman gücünü kaybedecek olan alışkanlıklarımın olası büyüsünü barındırıyormuş gibiydi. Odalardan birinin kapısını açtım; çifte kapılar arkamdan kapandı; perdenin içeriye hapsettiği sessizlikte kendimi bir tür keyfi yerinde hükümdarmış havasına büründürdüm; pirinç işlemelerle süslenmiş -sanat dünyasının yalnızca böyle yansıtıldığını düşünmek yanlış olurdu- mermer şömine rafından alevlerin sıcaklığı bana kadar ulaşıyor, kısa ayaklı ufak bir taburede oturmak, şöminenin önüne serilen halıya uzanırmışçasına bir rahatlıkla ısınmamı sağlıyordu. Duvarlar, dünyanın geri kalanından ayırırcasına odayı kucaklıyor, onu tamamlayan şeyleri çevreleyip içine alıyor, kitaplığa ve yatağa yer açmak için her iki tarafındaki sütunun üstünde duran girintinin yükseltilmiş tavanını havadar bir şekilde kaldırıyordu. Oda kendisi kadar büyük iki dolapla derinliğine derinlik katmıştı; ikinci dolabın olduğu duvardan sarkan, süsen çiçeğinin köklerinden yapılma bir tespihin yaydığı şehvet uyandırıcı koku odayı kaplıyordu; en iç tarafta kalan odada inzivaya çekilirken kapıları açık bıraksaydım, odanın hacmi, orantıyı bozmadan normal boyutunun üç katına çıkmakla kalmayıp gözlerimin yoğunlaşmadan sonra rahatlamanın vermiş olduğu hazzı tattırma fırsatı sunup aynı zamanda